Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Ahlaki Kapitalizm - 3

Ahlaki Kapitalizm - 3
Melih Arsun


Türkiye’de sermaye olmadığından, Devlet sermayedar yolunu açmıştır. Bunun da belli şekilleri vardır. İnsanların paraları toplanır, bu vergi yolu ile olduğu gibi, yastık altında duran altınların nakite çevrilerek banklarda ve bankerlerin kasalarına çekilmesi şeklinde de olur. Örneğin, bizim için çok matah sayılabilecek sayılı burjuvalarımız yatırımlarını teşviklerle, devlet arazilerine yaparlar. Yani ceplerinden çoğu zaman kuruş para çıkmaz. Elbette devletin gücü bir yere kadardır. Ve devlet dış borçlandıkça ve bunların ödeme zamanı geldiğinde iç piyasadan borç alması gerekir. Bu borcu yüksek faizle toplar. Borç verenler bir anlamda en güvenli kurumdan faiz yolu ile geçinmenin de yolunu açmış olurlar. Bugün kendini dünyanın en tepesindeki bankalardan sayan Akbank hiç riski olmayan devlete verdiği yüksek faizli krediler yoluyla bugünlere gelmiştir. Yoksa çok büyük burjuvazimiz Sabancı’nın yüksek katkıları ile değil.

Bu klasik her dönemin burjuvazi olan şahsiyetlerin devlete dayanmalarını son dönemde yaşanan bir örnekle açıklayabiliriz. Bilindiği gibi GSM ihalesi açıldığında ne Sabancı, ne de Koç, buna ceplerinden para yatırmak istemediler. Çünkü ne olacağı bilinmeyen dipsiz bir kuyuydu bu. Çukurova Holding / Karamehmet ve Uzan grubu ise varını yoğunu satıp, bütün mal varlıklarını ipotekleyip bu işe yatırdılar. Çukurova Grubu daha güçlü olduğundan, inşaat şirketleri ,pazarlama grupları ile bağlantıları ve yaptıkları iyi ortaklık Ericcson sayesinde Uzanların TELSİM’i geride bırakıp 2000 yılında Türkiye’nin en zengini olarak kalmadı, Wall Street’e de giriş yaptı. Koç ve Sabancı ailesinin bu korkunç beceriksizliğinin altında yatan gerçek, devlete sırt dayama politikalarının bir sonucudur. Bugün Uzanlar bile hatırı sayılır bir sermaye birikimi yaratmışlardır kendilerine. Onların işini tartışmak bize düşmez, onlar arasında taraf da olmak. Ama bu gerçekler bizim hangi ülkede kimlerle yaşadığımız konusunda ve bunların değişik süreçlere gösterdikleri değişiklik tepkilerle ne olduklarını anlamamız husususnda önem kazanmaktadır.

Kaldığımız yere dönersek, seksenli yıllara damgasını vuracak olan 12 Eylül darbesi, zaten hedefi şaşmış solu tamamen dağıtmakla birlikte, Türkiye’de Kapitalist gelişimin devlet tekielinden kurtulması için, Ulurlararası Kapitalizm / Emperyalizmin bir senaryosu olarak 1977 yılından itibaren ülkenin gündemine sokulmuştur. Ve bu darbenin ondan öncekilerden ayrılan çok kesin çizgileri olmuştur. Belli bir planla ve programla hazırlanmış, insanlar buna sonuna kadar ikna edilmiş, Kontrgerilla / Ergenekonla derin devlet tamamen iş yapar hale getirilmiş, bir ekonomik porgram hazırlanmış ( 24 Ocak ), yepyeni bir lider çıkarılmış, ve planlanan her türlü senaryo başarıyla uygunlanmıştır.

Bu süreç içinde, ilerisi için bir tehlike arz eden, ve çok düşününen ve çok araştırıp, sorgulayan insanların devredilmesi engellenerek, bir takım suikastlerle devre dışı edilmiştir. Bu sürecin içinde yer alan ve durumun farkına varanların ortadan kaldırılması da bu sürecin hazırlanmasının çok iyi bir senaryosudur. Anarşi ve terör, her geçen gün dozu arttırılarak toplum psikolojik bir bozukluğun içine sokulmuştur. Bu psikolojik bozukluğu bu toplum 1991 ile 1996 arası güneydoğu sorununun zirve yaptığı dönemde de yaşamaya başlamıştır. Ama düzen bunu kendi içinde çözebilmiştir. Oysa burada yaratılmak istenen bir çözümsüzlük psikozudur. Toplum kendi kendini yönetecek bir halden çıkmıştır. Demokrasi işlememektedir. Oysa demokrasi çok da iyi işleyebilirdi. Çünkü toplum bir anlamda da politikleşmişti. Bu politiklik yeni bir seçim ve yeni bir uzlaşma ile krizin aşılması olabilirdi. Fakat düzen içi partiler ve onların çok saygı değer liderleri sanki bir kaos ortamı yaratmak için birbirleri ile yarışarak, gelecek günlerin hazırlanması için gereken ne varsa eksiksiz yapmaya devam etmektedirler. Ecevit zaten yükselen solu öyle çıkmaz sokaklara sokmuştu ki, CHP’nin toplum içinde yükselen son umut varlığı da sönmüştür. Kimse bizleri Ecevit’in çok iyi niyetli olduğuna inandıramaz. Aynı Ecevit 2000 Baharında istikrar bozulur diyerek eski hasmı için olmadık manevraların içine girerek, sanki bu toplum adam yetiştirmiyormuş havasını yaratmıştır. Yine aynı kişilik, 19 Şubat ve sonrasındaki süreçte büyük bir aymazlık içinde, siyasetin içinde alternatifsiz olduğunu, büyük bir şımarıklıkla ilan ederken, yaptığı herşeyin sorumlusu sanki kendisi değilmiş gibi, iktidarını sürdürmeye devam etmiştir. Ecevit’in 12 Eylül’ün hazırlanması sürecine Demirel’den ve diğerlerinden çok daha fazla katkı yaptığını ve toplumu sol gösterip sağ vurduğu için de aldattığını böylersek az laf etmiş bile oluruz.

Sürecin içinde yer alan sol örgütler / gruplar da bu oyunun içinde haberli ya da habersiz bir şekilde katkıları olmuştur. Bu cümle asla ve asla solun tarihine ya da yaşadıklarına dair bir suçlama ve küçümseme içermemektedir. Çünkü sol hala kendini sorgulamaktan ve kutsal görmekten bir türlü vazgeçmemiştir. Bu konu ile ilgili bu forum köşesinde çokça konuşulduğu için uzatmıyorum.

Darbe ile birlikte Türkiye’de yeni süreç başlamıştır. Kendi kendini idare etmesini bilmeyenlere demokrasinin ne olduğu anlatılacak, o yaşanan günlere dönmemek için neler yapılmaması gerektiği her gün kafalarına işlenecek, militanlaşmıi ya da politize olmuş kişilerin hayatla bağları kesilecek, onların saygınlıkları ve kişilikleri yok edilecek ( işkence ) eskiyi anımsatan ne varsa ortadan kaldırılacak. Aslında 1923 ve sonrasını yaşamayan bizler için bu süreci yaşamak o günleri yaşamak gibi bir şey olsa gerek. Kemalizm aynı yöntemle TC’yi Osmanlı’dan koparmıştır. Kemalistler ne kadar başarılı olmuşsa, 12 Eylülcüler o kadar başarılı olmuştur. Ve bu toplum Kemalistlerle yüz yüze gelmediği gibi, bugün 12 Eylül felsefesi ile de yüzleşmekten kaçınmaktadır.

Yetişen yeni kuşak o darbenin kuşağıdır. Bu nedenle hayata bakış açıları çok değişiktir. Düzene sahip olmaları ve bu düzen dışında bir alternatifin olup olmayacağını sorgulamama mantığı hep bu felsefenin ürünüdür. Sonuna kadar tüketim, Paris’te ne varsa İstanbul’da da o var metropollülüğü.

Özal bu dönemin vitrininidir. Özal bu toplumun yetiştirdiği en renkli devlet adamıdır. Var olan bütün teammülleri yıkmak için elinden geleni yapmıştır. 1984’lü yılara geldiğimizde hepimizin evinde telefon ve renkli TV vardı. Neredeyse herkes ehliyet sahibi olmuş, pazarlarına da yurt dışında yetişmiş meyva sebze girmiş, yabancı sigara ve içki kaçak olmaktan çıkmış, bir de devlet bundan vergi sağlar olmuştur. Bu dönemi Devletçi kapitalizmden çıkış olarak görmek yanlış değildir. Eski liderlerin hiç biri sahnede değildir. Askerlerin gölgesindeki başbakanımız, muhalefetsiz bir ülkenin tüm nimetlerinden yararlanmasını bilmiştir. Bu yeninden yapılanma süreci uyuşturucu trafiğinin hızlandığı bir dönemdir. Fakat uyuşturucu hiçbir devlet sınırları içinde elini kolunu sallayarak dolaşamaz.

1984 yılı ile birlikte bir güneydoğu sorunu başlar. Birkaç çapulcu karakol basmaktadır. Bunun nasıl bir plan olduğunu enine boyuna bilmemiz mümkün değil. Ama PKK’nın giderek güçlenmesi ile birlikte yeni Kürt işadamları ortaya çıkar olmuştur. Özal bunların bir kısmını, verdiği teşviklerle sermayedar hale getirmiştir. Güneydoğu ile birlikte kontrgerilla / Ergenekon yepyeni bir şekilde sahneye çıkmıştır. Susurluk sonrasında ortaya dökülen isimlerden, bir şey çıkıyor ki o da, Kürt Milliyetçileri ile Türk Milliyetçilerinin yaptıkları çıkar ortaklıkları. Türk Milliyetçileri Cudi dağlarında düşman kovalarken bambaşka ilişkilerin çine mi girmişti yoksa o ilişkiler olduğu için mi oradaydılar bilinmez ama, savaş bir çok şey için iyi bir örtüydü. Türkiye bir yandan artan dozda bir savaşla boğuşurken bir yandan da sanayileşmesini sürdürmektedir. Özal’ın deyimiyle ülke şantiyeye dönmüştür.

PKK güneydoğu’daki en kızgın savaş günlerinde dahi Türkiye’nin o bölgeye yaptığı yatırımlarına dokunmaz. Artık dokunmaz mı dokunamaz mı o da ayrı bir soru işareti. Bu savaş Türk ordusunun modernleşmesini de sağlar. Türk ordusu mevcudu ve yedeğiyle büyük bir gerilla savaşının içinden geçer ve çok şey öğrenir. Ordunun her türlü ihtiyacı karşılanır. Ülke silah tüccarlarının ihaleleri için bulunmaz bir yer haline gelir. Yepyeni helikopterler, tanklar, toplar ve konvansiyonel savaş gereçleri. Türkiye’nin silaha yatırdığı paradan haberi olmayanlar hala Uğur Mumcu’nun silah ve uyuşturu ile toplumu oyaladığına işaret etmektedirler. Ama biz bunları bir şekilde yaşadık ve yaşıyoruz. Türkiye bugün ordusu ve silah gücü ile bölgede caydırıcı bir rol üstlenmektedir. Bu da onun yeni dönemde yepyeni görevler üstleneceğinin anlamına işaret eder.

Türkiye Kapitalizmi muhalif gücün kendine eklemlenmesi gerçeğini ilk kez bu dönemde öğrenmeye bilinçli bir şekilde başlar. 141 – 142 – 163. Maddelerin ilişkin 1986 yılından itibaren başlayan muhalif gücün 1987 yılında TBKP’nin kurulması ile birlikte büyük bir ivme kazanır. TBKP SBKP’den bağımsız düşünülmeyecek bir partidir. Onu oluşturan TKP tam bir Moskava kökenli olduğunu iddia etmek ne suçlayıcı bir yaklaşımdır, ne de abartılı. O dönemin liderleri Nihat Sargın ve Haydar Kutlu’nun Türkiye’ye gelişleri, tutuklanmaları, açlık grevleri ve salıverilmeleri önemli bir süreçtir. Bu dönem Özal’ın bu maddeleri kaldırarak demokrasi havarisi gibi kendini sunması şeklinde sonuçlandırması, bundan sonraki her türlü muhalefetin aynı şekilde sönümlenmesine yol açacak bir sürecin ilk işaretleridir. Örneğin Nevruz, 1 Mayıs... Kapitalizm sanki bütün bunlar onun doğasında var olan şeylermiş, onların olmasının kendi devamına engel olan şeyler değilmiş gibi bir hava yaratmıştır toplum üzerinde. Bu başarılı da olmuştur.

Ahlaki Kapitalizm geçiş süreci, ahlaksızlığın en yüksek boyutlara vardığı döneme işaret eder. Benim memurum işini bilir, bırakın yapsınlar, bırakın geçsizler, Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz bu oportünist rejimin ifadesidir. Vahşi kapitalizm bu dönemde en yüksek sömürü ve karlılığa ulaşır. Zaten ücretler darbe ile birlikte dondurulmuş, sayısı yıllık 6 olan ikramiye saysı, 4 ile kanunlaştırılmış, ( burada çok önemli bir şey var. 12 Eylül kapitalizmi öylesine koruyucu önlemler getirmiştir ki, örneğin, çok iyi bir fabrika sahibi var ve düzene aykırı olarak işçileri ile anlaşarak bam başka bir iş anlayışı geliştirmek isterse bu iş hukuku ile engellenir. Örneğin siz bir kapitalist olarak 5 adet ikramiye veremezsiniz.), grev hakkı elinden alınmış, toplu sözleşme büyük bir baskı aracına dönüşmüş ve sendikal faaliyetler durdurulmuş. Yani mesaj şu. Bu düzeni bu hale siz getirdiniz. Bu nedenle de yapacağınız her şey denetim altında olacak. Özal böylesi bir ortamda çok sevdiği zenginleri ile birlikte Hanedan oluşturmasın da ne yapsın? Son döneminde oğlunun da ortak olduğu korsan TV’ye göz yumarak bir çok sesliliğin ifadesi olan özel televizyonculuğun da önünü açmıştır. Bu bölüm içinde kullandığım çoğulcuuluk kelimesinin kapitalist kurumların çoğulculuğu şeklinde anlaşılması gerektiğini özellikle belirtmek istiyorum.

Özalizm bir anlamsa serbest girişimcilik ruhu demektir. Bu memuriyet mantığının tam karşısında olan bir mantıktır. Seksen sonrasında tüccar olan, bir şekilde kendi işini yapan sayısında büyük patlama yaşanmıştır. Ayrıca eski tüfek solculara da hayatta tek bir alternatif bırakılmıştı. Kendi işini yapmak. Bugün geçmişi sol kökenli olup da şu an sermayenin içinde olan ve düzenle bütünleşmiş bir çok örnek bulmak mümkündür. Bu onların suçlanması mantığını bereberinde getirmez. Ama maalesef sol kültür bunu da anlayışla karşılayabilmeyi bir türlü öğrenememiştir. Bu o insanların değil düzenin sorunudur. Düzen para kazanmanın bir sürü yolunun olduğu boşluklarla doludur. Bunu bulup çıkaranlar zenginleşmeyi becermiştir.

En trajik yıl 1989. Berlin Duvarı’nı yıkmaya çıkmış, binlerce genç. Ellerinde balyozlarla duvarı parçalıyorlar. 32. Günün unutulmaz sunucusu Mehmet Ali Birand duvarın önünde. Bir tarihin yıkılışının belgeselini sunuyor bizlere. Bir taraftan Romanya’da Çavuşesku halk mahkemesine çıkarılıyor ve yargılanıyor. Devrim yapıyoruz diyen yığınlar, demokrasi adına, özgürlük adına eski diktatörlerini kurşuna diziyor. Çavuşesku hiç kimse için iyi biri olmayabilir. Belki eli kanlı bir diktatör. Evren’in en sevdiği komşu ülke Devlet Başkanlarından. Ama yine de son bu şekilde olduğunda Devrim devrimlikten çıkıyor. Onun direnişi ise bence yiğitçe. Hele Apo gibilerle kıyaslanınca. Beş dakika sonra ölecek. Karısı ile birlikte yeni düzene karşı çıkıyorlar. Sovyetler’in kafası lekeli Komünist Parti Genel Sekreteri Gorbaçov, Perestroyka ve glastnostla reel sosyalizmin sonunu hazırlayan bir lider oluyor. Eski komünistler darbe yapmaya çılıyor ama ok yaydan çıkmış bir kere. Sosyalizm ölüm fermanını imzalamış. İflasını sunmuş.

Bu süreç Türkiye üzerinde de etkili elbette. Türk Müteahhidi yeni bir Rusya yaratmak için kolları sıvıyor. Bu süreç halen kapanmış değil. Rusya’yı kapitalizme taşıyan unsurların ara elemanları olarak Türkleri görüyoruz.

Bununla birlikte Türkiye’de kalan sol muhalefetin bittiğini görüyoruz. Birkaç gece içinde sol bitti diyen solcular görüyoruz Beyoğlu barlarında. Sosyalizm. Artık mümkün değil. Tek ülkede, kapitalizmle birlikte sosyalizm olmadığı anlaşıldı. Kapitalizm gelip geldi. Bu mantığı o gün kabul etmediğim gibi bugün de kabul etmiyorum. Sosyalizm, üretim araçlarının gelişmesinin bir ürünüdür. Yani bir anlamda da kapitalizmin ekonomik yönden gelişmesi ve kendini bitirmesi. Kapitalizm yaşanması gereken bir düzendir. Bir anlamda alternatifsizdir demek doğru olacaktır bugünkü şartlar ışığında. Ama ben kapitalist bir düzenin var olmadığı bir dünyada örneğin Doğu ülkelerinin, bir Hindistan’ın, kapitalizmi yaşamadan da sosyalizme geçebileceğine de inanıyordum. Ama o süreç kaçtı. Çünkü, gelişimin yolunun bu şekilde olması illaki gerekmiyor. Fakat mikrop bir kez bünye içine girdi mi tedavinin bambaşka yerlerde araması gerekiyor. Şu an kapitalizmin kendi iç çelişkileri ile yaşamasına şahit oluyoruz. Ve ekonomik anlamda. Ve bugün bile yapılacak çok şey vardır. Özellikle, kapitalizmin kart vizit gibi taşıttığı şu kredi kartlarına karşı büyük bir kampanya yürütülmelidir. Her türlü bireyselliğin ve atomizasyonun kırılması için yöntemler geliştirilmelidir. Kapitalizmin kültür ambargosunun kırılması için yep yeni organisazyonlara gidilmelidir. Üstelik kapitalist ilişkileri de kullanarak. Yani bunun ticaretini de yaparak. Çünkü bu işler için en büyük engel paradır. Sosyaslistler kapitalizmin ilişkilerini kullanarak da ona karşı olabileceğini ayırt edecek kadar yetkin insanlardır. İlk önce elbette bu ölü toprağının atılması gerekmektedir. Sosyalistlerin mevcut partilerine sahip çıkması gerekir. Bugün örneğin ÖDP kimin ne yanlış yaptığının tartışılacağı bir platform olmaktan çıkarılmalıdır. Sosyalizm bu ilişkilerin içinde oluşturulan yepyeni ilişkilerle olgunlaşacaktır. Biz bugün bu sosyalizmi bu düzenin içinde yaşayabiliyoruz. Ben yaşadığıma kendim adına inanıyorum.

Özal dönemi eski tüfeklerin sahne alması ile sona erdi. Çünkü eski tüfeklere verilmiş 12 Eylül öncesi bir söz vardı. Bu söz tutulmalıydı. 90’lı yıllar Demirel / Ecevit ikilisinin yıllarıdır. Ecevit / Mesut Yılmaz beraberliği daha 1993’lü yıllarda başlamıştı. Beraber basın toplantıları düzenliyorlar, ve ortak davranıyorlardı mecliste. Ecevit sanki nereye gittiğini bilen biri gibi inatçıydı. Solun birliğine yönelik tüm çağrıları reddetmişti. Sanki tek başına başbakan olacağını biliyor, ve bunun için ne SODEP’e, ne SHP’ye, ne de CHP’ye muhtaç olmadığını sezinliyor gibiydi. Ecevit solun ve sosyal demokrasinin en büyük düşmanlarındandır. Ve ben MHP’yi çok daha dürüst buluyorum. Çünkü, onlar neye karşı olduğunu söylüyor ve mücadelesini ona göre yapıyor. Ecevit ise içten içe bir hesabın içinde, sola solun içindeymiş gibi büyük bir zarar veriyor. Hiçbir akıl, hiçbir mantık, solu MHP ile koalisyon yapmaya ikna edemez. Rahşan Hanım’ın o günlerde yaptığı içime sinmiyor gibisinden beyanatlarının insanın nasıl midesini bulandırdığını şu satırları yazarken anımsıyorum. Bugün DSP MHP’yi iktidara taşımış bir partidir. Nasıl zamanında MSP ile koalisyon yaptıysa, MHP ile hükümet paylaşmaktan hiçbir rahatsızlık duymamıştır Ecevit.

Devletin DYP / SHP koalisyonu ile birlikte bir çeteleşmenin içine girdiğini bundan sonraki dönmelerde çıkan olaylar nedeniyle anlayacağız. Ergenekon hızla güçlenirken, PKK’ya karşı yürütülen savaşta Hizbullah gibi bir örgüt yaratılmış, ve bu örgüt sayesinde, güneydoğuda binlerce faili meçhul cinayet işlenmiştir. Bugün Hizbullahın ne olduğu anlaşılmaz bir yerdedir. Ne lideri var, ne bir ideolojisi var, ne bir propogandası var. Ne için var olduğu bile belli değil amas bu örgüt ne amaca hizmet ettiği bilinmez, Diyarbakır Emniyet müdürünün öldürülmesi eylemini gerçekleştirir. Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Kışlalı cinayetlerini gerçekleştirmiş olduğu ortaya çıkar. Neden peki? Uğur Mumcu PKK ve Apo’ya savaş açtığı ve ipliğini pazara çıkarmaya çalıştığı bir ortamda ve Hizbullahın PKK’ya karşı savaştığı bir ortamda neden öldürülür? Bugün dava dosyası garip bir hal almıştır. Toplumun kafası ne kadar karıştırılırsa o kadar iyi. Bugün normal bir gazete / TV seyreden bir vatandaşın bu ilişkileri anlayabildiğini sanmıyorum.

Doksanların ilk yarısı aynı yetmişli yılların son çeyreği gibi suikastler, cinayetler ve faili meçhullerle doludur. Güneydoğu Sorunu artık başedilmez hale geldiği gibi, uyuşturucu trafi de artık tavana vurmuştur. Piyasa içinde bir kara para aklama lafı dolaşır durur. Televizyonlarda haber programlarında bu ifadenin üzerine basa basa konuşulur. Birileri kara para aklıyorlardır da bu kara para nedir, nasıl oluşur, kaynağı nerelerdedir haber konusu olmaz. Kara para kazanmak suç değilmiş de onu aklamak suçmuş gibi toplumun kafası başka yöne çekilir. Ve bu kara para öylesine popülerleştirilir ve reality show programlarında öylesine sıradanlaştırılır ki, mesela çok parası olan ve bunun kaynağı bilinemeyen herkes için kara para ile zengin oldu yakıştırması yapılır. Bu kadar topluma yayılmış bir şeyin, sadece, sıradan insanlar tarafından yapıldığı açıklaması ne kadar tatminkardır acaba?

Uğur Mumcu Güneydoğu sorununda çok soru sormaya başlamıştı. Bu savaşın sebeninin görünenin çok ötesinde olabileceğinden hareket etmekle canı için kalan son şansını da yitirmiş oldu. Üstelik ölmeden önce aynı Abdi İpekçi gibi çok önemli şeyler açıklayacağını ortaya atması, yine aynı onun gibi Amerikan Konsolosluk elemanları ile görüşmesi, onlara gazetecilik kimliğinden gelen kuşkucu sorular sorması ile sonunu hazırlamıştır. Uğur Mumcu’nun ölümü işte bunun için de çok önemlidir. Bu forumda bazı tartışmalarda, MİT’in kendi hesaplaşmasının sonucu öldürüldü geçiştirilmelerinin çok ötesinde önemi vardır. Uğur Mumcu’nun ölümü, dirisinden daha çok iş yaptı. Bugün Uğur Mumcu’nun kişiliği, popüler medyada bambaşlaştırılmak istenmektedir. Ve Uğur Mumcu 1. Cumhuriyet’in en ateşli son savunucusu olarak tarihe yazılmıştır.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home