Ahlaki Kapitalizm - 2
Ahlaki Kapitalizm - 2
Melih Arsun
Demokrat Parti’nin iktidarı bir askeri darbe ile bitirilir. Türkiye’nin demokrasi tarihi diğer dekokrasilerle karşılaştırıldığında çocuk kalır. İngiltere’nin 1200’lü yıllardan, Fransa’nın 1700’lü yıllardan hatta Yunan’ın ilkçağlardan itibaren kurmaya çalıştıkları kültürle Anadolu insanı Meşritiyeyle birlikte tanışmıştır. Oy vermenin anlamını bile bilmeden sandığa gidilip oylar atılmıştır. Hal böyle olunca da gelişim biraz “onlar” nasıl yapmışla, biraz da spontane davranışlarla olmuştur. Demokrasinin de demirkırata dönüşmesi de Anadolu insanının yaratıcılığıdır.
Bu coğrafya darbelere pek yabancı değildir. Ama bir umut kırıcı gelişmedir 27 Mayıs. Bilgiler evrenseldir. İnsanlığın birbirine aktardığı şeylerdir. İngiltere’de de Amerika’da da, Fransa’da da büyük acılar yaşanmıştır. Bütün bu tecrübeleri her halkın her milletin yaşaması gerekmez. Türkiye’nin de bütün dünya demokrasisinden alacağı çokşey vardır. Örneğin 1789 Devriminden sonra da bir sürü devlet adamı idam edilmiştir diye siz yeni kurduğunuz bir demokraside seçilmiş bir başbakan asamazsınız.
1946 seçimleri ile birlikte dört çok partili seçim yaşanmıştır ülkede. Bunlardan ikincisinde iktidar değişmiştir. Bu iktidarı halk değiştirmiştir. Bu bir süreci başlatan hareketti. Elbette bu gerçeği de abartmamak gerek. Halkın bunu büyük bir bilinçle yaptığını söyleyerek, insanların demokrasi kültürünün içlerine sindirdiklerini iddia etmek de bir başka çocukluk olur. Ama bir şekilde bu işin içine girilmiş oldu. Menderes direnmeyip, giderek zorba diktatör havalarına girmeyip, 1950’de İnönün’nün yaptığını yapabilse ve 27 Mayıs öncesinde seçimlere gidebilmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle bu iktidarı değiştirebilme gücü ülkeye iyice oturacaktı. Bir fırsat hem askerlerce hem de iktidar sahiplerince bu halkın elinden alınmış oldu. Üstelik aynı şey yirmi yıl sonra da tekrarlanacak ve tarihten ders almasını bilmeyenler için bir tekerrür yaşanacaktı.
Birinci darbenin hep demokrat yanından söz edilir. Özellikle CHP’liler sahip çıkar bu gerçeğe. Üniversite hocaları, o dönemin öğrencileri ve bu yaşadığımız dönemin aydınları da sahip çıkarlar. Anayasası ile getirdiği hak ve özürgürlükleri ile birlikte. Aslında sonuçlardan yola çıkarsak bu darbenin biraz teşkilatsız, plansız ve programsız yapıldığı ortaya çıkacaktır. Darbenin askeri kanattaki ilerici unsurlar tarafından yapılması bir şans mıydı, bir tesadüf müydü, yoksa ABD kendi derdine düştüğünden Türkiye’yi bir anlık ihmalinin sonucu muydu bilinmez ama bunu izleyen yıllar, evrensel kültür değerlerinin ülkeye daha rahat girip yaygınlaşması ve bu kültür varlıklarıyla tanışan Türk Aydınının ülkeyi değiştirebileceği ve söz sahibi olabileceğinin farkına vardığı yıllardır. Sol kültürün sıklıkla okunabiliyor oluşu, yeni kurulan sol partiler, gelişen kapitalizme bağlı olarak yükselen işçi sınıfı ve onun sendikal haraketleri, bize devlet kapitalizminden çıkıp, çok da uluslar arası nitelik taşımayan bir nevi yerel kapitalizmin kurulması sürecini işaret etmektedir. Grev ve toplu sözleşme hakkı çok önemli bri anayasa maddesidir. Daha işçi sınıfı bunun çok iyi farkında olmadan üniversiteli aydınların anayasa hazırlarken koydukları ve askerin de çok karışmadığı bu madde, 12 Eylül’ü hazırlayan bir sürecin ilk adımıdır. Bu madde sayesinde İşçi sınıfının hakları korunmuş, ve işçi sınıfı masaya oturduğunda haklarını alarak kalkabilmiştir. Seksen öncesine kadar işçi sınıfının düzenden aldığı pay görece, seksen sonrasına göre refah seviyesinde olduğunu iddia edebiliriz. 12 Eylül Askerlerinin aldığı ilk karar işçinin ücretlerini dondurmak, altı ve daha çok olan ikramiyenin dörtle sınırlandırmasını sağlamak olmuştur. Sanki başka hiç işi yokmuş gibi.
Sonuçlar 27 Mayıs’ın iyiki yapılmış havasını hep destekler nitelikte. Fakat bütün bunlar Kemalist tepeden inmeciliğin sonuçlarıdır. Bir çoğu alınmış değil verilmiş haktır. Bu nedenle uzun yıllar ne olduğunu çok kimse anlamamıştır. Elbette evrensel değerlerdir ama bilince çıkmadan sunulmuş şeylerdir. Bu nedenle işçi sınıfı bunu seksen sonrasında daha gür sesle haykırmıştır. Çünkü bunlar bilince çıkmış gerçeklerdir. Ve her şeye rağmen bu dönem üç devlet adamının idam edildiği bir dönemdir. Bir çok açıdan Menderes’in vatana ihanet ettiğini ispatlayabilirsiniz. Hakkında olmadık deliller bulmak da mümkün. Ama hiçbir zaman asılmayı hakedecek deliller değildir bunlar. Bu ülkenin ve düzenin bir başbakanıdır. Seçimle iş başına gelmiştir. Bu ülkenin insanının neredeyse % 60’nın oyunu almıştır. Bu insanların bilinçaltına çok farklı olarak yansımıştır. Menderesin bugün İstanbul’un orta yerinde bir Anıt - Mezarı bulunmaktadır. Birileri asarsa birileri de onu ölümsüzleştirir. Demokrasi hiçbir zaman böyle bir şey değildir ve olmamalıdır da.
Kapitalizmin ilk kazasından biraz ucube diyeceğimiz bir ikinci çocuk doğmuştur. Biraz yerel, biraz uluslarası olmaya çalışan ama gücü yetmeyen, büyük oranda devletçiliğe yaslanmış, emperyalizmle çoktan barış yapmış hatta onun bütün kurallarını kabullenmiş, halkına güvenmeyen ve onu cahil gören, geniş coğrafya içinde ben nereyi talan edebilirim zihniyetinde olan, nasıl gelişeceğini bile bilmeyen, çünkü çoğu konuşmasını bile beceremeyen, bir burjuvazi ve onun düzeni. Bu dönemin dış tekeller tarafından da pek önemi yoktur. Yani yatırım yapmaya değecek hiçbir gelişim çizgisi göstermemektedir.
Atatürk’ün Yurtta barış cihanda barış sloganı ülke içinde iyi tutmuştur da dünya silah tüccarlarının işine gelmemiştir. Her ne kadar Türkiye silaha yatırım yapıyorsa da ülke insanının içinde bulunduğu bu huzur havası, barış havası, bir anlamda ne gerek var düşüncesine doğru yönelimi sağlamıştır. Böyle havadaki bir halka siz nasıl silah satarsınız. Atatürk ve Venizelos kol kola girmişler ve barış imzalamışlar, Güneyde Irak, İran, Pakistan’la anlaşmalar yapılmış, Balkanlarda da bir Pakt imzalanmış. Tek tehlike SSCB için de Nato’ya girilmiş. Böyle bir devletin savunmaya milyonlarca dolar akıtmasını nasıl izah edersiniz? Türkiye’nin son onbeş yılda harcadığı silahlanma gideri dış borcunu geçiyor. Demek ki bir güneydoğu sorunu yaşanmamış olsaydı şu an bambaşka bir Türkiye olabilecekti.
Kıbrıs sorunu tam bu dönemde patlak verdi. Tarihi komplolarla açıklamaya kızanlar var ama, insanın mantık süreci işlediğinde bu noktaları buluyorsunuz. Nasıl yorum yaparsanız yapın. Kıbrıs Sorunu Türkiye’yi hazırlıksız yakalamıştı. Türkiye’nin askeri yönden hiçbir ön hazırılığı yoktu bunun için. Kıbrıs’ta olup bitenler tarafsız bir gözle bakılırsa bir insanlık dramıdır. Ben burada taraf yazmıyorum. Kıbrıs – iki kere gidip gördüm – iki halkın kol kola yaşadığı bir adadır. Elbette Rum ağırlık bir nüfus yapısı vardır. Ama yine de burası Türkler için de bir vatan olmuştur ve karşılıklı bir kabullenmedir. Aynı şeyi Gökçeada için de yazmak mümkün. Mübadele yıllarında bir çok Rum malını mülkünü bırakıp adayı terketmek zorunda kalmıştır. Fakat oradaki hava sizi kuşatır hemen . Farklı olmanın ve bir arada olmanın havasıdır bu. Hali hazırda, Kıbrıs’ta Rum tarafında kalan Türkler de Türk Tarafında kalan Rumlar da kardeşçe ve mutlulukla yaşamaktadır.
Sanırım Emperyalizmin en kirli yüzü ve en içten pazarlıklı tarafı bu. Masa başında iki halkın birbirine düşünürülmesinden menfaat sağlamak. Emperyalistler hakkını vermek gerek bu işi iyi biliyorlar. Uyguluyorlar da. Kıbrıs’a Ecevit’in kurtarıcı gibi gitmesinde şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü Türkiye o dönemin başlaması ile birlikte silahlanmaya, çıkarma gemisi almaya ve deniz kuvvetlerini güçlendirmeye yönelmiştir. Şartların en uygun olduğu dönem nedense şiddet eylemlerinin en arttığı ve Türk tarafının neredeyse proveke edildiği dönemdir. Silahlanmanın ilk emareleri ile birlikte Türkiye günümüze kadar gelen bir gelenekmiş gibi silah tüccarlarının kadim dostu olur. Küçücük Türk Donanması, nasıl ettiyse koca 6. Filoyu geçerek Kıbrıs’a çıkıverir. Türk ve Yunan Halklarının arsasındaki dostluğu kurma çabalarına bugün doğa da yardım etmektedir. Ne rastlantıdır bilinmez, Türkiye’nin baş belası olmuş bir adam bile Yunanistan Dışişleri bakanının korumasına giriverir. Ta Kenya’lara kadar refakat edilir. Bu emperyalislerin bir şekilde Türkiye ve Yunanistanı tetikleyip, onlara bol bol silah satmasının önüne geçecek politiklar üretmek bugün herkesin görevi olmalıdır.
Ecevitli Demirelli demokrasi yıllarında, Türkiye Halkı çekişmeyi, polemiği, inatlaşmayı öğrendi. Geçenlerde Ecevit’in yazmış olduğu Atatürk ve Devrimcilik isimli bir kitaba rastladım bir ahbamın evinde. O satırları yazan kişinin Ecevit olduğuna inanamadım. Daha Genel Başkan olmadığı yıllar.
1971 Darbesi öncesi özellikle 68’li yıllar gençliğin herşeyin farkına vardığı ve antiemperyalist düşüncelere sahip olarak sokaklara döküldüğü yıllar. 6. Filo’nun askerini Dolmabahçe’den denize dökecek kadar üyrekli ve inançlı bir gençlik. Üniversitelerinde boykotlar yapan bir gençlik. Örgütlenen ve ülkesine sahip çıkan, rejimi rahatsız eden bir gençlik. O zamanın gençiliği Kemalizmden alıyordu büyük oranda gücünü. Sosyalist de olsa.
Elbette bu hareketli, eylemi seven, haksızlığa anında müdahale eden ve örgütlü gençlik kimsenin işine gelemezdi. Engellenmeliydi. 71 Darbesinin amacı bu muhalif gücün kırılmasıydı. Bir anlamda kitleler sakinleştirilecek, sakinleşmese bile düzen içi güç haline getirilecekti. Kitlelerin düzen içinde sanki düzeni değiştirmeye çıkmış gibi görünen bir lider bulması uzun sürmedi. Bu isim Ecevit’ti. Bir anda çok sevdiği lideri ile 71 Darbesi hükümetine milletvekili verilmesi hususunda ters düşerek, dağlara taşlara bir umut diye adı yazılacak adam haline gelen “son peygamberimiz” kitleleri peşinden sürüklemeye başlayarak bir disiplin sağlayacaktır. Amansız rakibi Demirel’le savaşarak, işçinin emekçinin haklarını korumaya soyunan bu büyük devlet adamının aynı günlerde Bilderberglere bir er yıl arayla üye olmaları da ne büyük rastlantıdır. Bir anda iktidara gelişi, yükselen muhalif antiemperyalist gücün, Kıbrıs’a yönlenlendirilmesi, takunyacılarla koalisyon ve kendisi için anayasayı çiğnediği Demirelle aynı masaya oturmama gibi dirençli ve inançlı Türk Solcusu. Türkiye Ecevit / Demirel polemiği arasında seksenlere gelinceye kadar epey de zaman kaybetmiştir.
Ve görev süreleri dolmuştur. Artık gelişen kapitalizmin önünde duran bir gerici feodal gibi sırıtmaya başlamıştır, Kooperatifçi Ecevit’le, Orta Anadolu çocuğu Demirel. Üstelik artık muhalefeti dizginleyememektedirler. Özellikle Ecevit sol gücü elinden kaçırmıştır. Ayrıca TÜSİAD patronlar klübü devletin karşısında söz söyleyebilme gücüne ulaşmıştır. Ağır sanayi hamlesi başlamış, Türkiye’nin her tarafında fabrikaların bacalarından duman tütmeye başlamıştır. 61 Anayasası ile işçi sınıfına söz geçirmenin olanağı kalmamıştır. Emperyalizm koruyucu gümrük duvarlarından sıkılmıştır. Türkiye’nin iyi bir Pazar olabileceğini görmüş ve bu coğrafya olarak da iyi konumda olan ülkenin kapitalist gelişimini desteklemeye karar vermiştir. Ama bu haliyle imkansızdır. Bu işi yapacak bir adam bulunmalıdır. Ama bu adamın arkasında bir geçmişi olmamalıdır. 1978’da Ecevit’in önüne sunulan programın Ecevit romantik bulmuş, ve bu programın ara rejimsiz uygulanamayacağını savunmuştur. Bu ülkede her şey bu kadar açıkça da konuşulabilmektedir. Ama yeri zamanı öylesine ilgisizdir ki kimsenin dikkatini çekmez.
Bu dönemde birkaç paragraf da aydınlar ve lider kadroları için açmak istiyorum. Aslına bakılırsa hem talihli hem de talihsiz bir süreç yaşandı. Eylemlilik açısından yetmişli yıllar altın çağ olarak nitelendirilebilir. Fakat bu zaman diliminin bilinçlenme açısından ve tanımlanabilirlik açısından eksiklikleri olduğu muhakkak. Günümüzle bir kıyaslama yapmak gerekirse, bugün bilinç düzeyi ve dünyayı, olup bitenleri tanımlama daha yüksekken, eylemlilk neredeyse sıfır noktasında. Bu ikisi arasında ters orantı olduğunu sanmıyorum ama insanlar düşünmeye daha fazla vakit ayırdıklarında, sokaklardan uzaklaşıyor sanırım. Yine, bazı grupların içinde yer alan şahısların seksen sonrasında bambaşka platformlarda olması yadırganır oldu. Bir takım kişiler dönek damgası yerken, dışlandı. Oysa o günlerin en dinamik yanı muhalefet oluşuydu. 68 gençliği her şeye muhalifti neredeyse. Bu çoğu zaman savrulmayı getirdi. Çünkü kapitalizm bu muhalif kitleyi kendi dinamikleri içine katarak sanki kendi doğasında olan bir şeymiş gibi sundu. Kapitalizm böylece bir puan daha kazanmış oldu. Özellikle Çekoslavakya / Prag Baharının Sovyet tankları altında ezilmesiyle. Çünkü muhalefet, değişim reel sozyalizmin de kapısını çalmış, kapitalizm o güçle yükselirken, geleceğin düzeni olan sosyalizm çok kötü bir sınav vermiştir. Bu da olup bitenin bir sosyalizm olmadığını Prag’ın batısında kalan gençlere çok güzel sunulmuştur. Her şeye karşı olmak da bir güç değil. Çünkü bir program ve hedef olmalı. Gidilecek bir nokta. O olmayınca, gücünüz verimsizleşiyor. Türkiye’de de muhalif kitle bir anlamda CHP’nin içine sıkıştırılırken, diğerlerinin giderek marjinalleşmesi yaşandı. Bu marjinalleşmede ben örgütlerin ilk planda suçlu olduğunu düşünmüyorum. Düzen yaptığı baskı ve yıldırma politikalarıyla insanları illegalliteye zorlamıştır. Kendisine karşı yegane örgütlenmenin gizlilik esasına göre olması gerektiğini ideolojik olarak da yerleştirmiştir. Ve sol da buna sahip çıkmıştır.
Bu sürecin içinde yer alan ve gelecek için çok iyi bir lider kadrosu oluşturacak yiğit gençler ellerine silah alıp kırsala çıkınca, karışlarına düzenli ordu çıkıp, yok etmiştir. Bu solun en büyük yenilgisidir. Gelecek perspektifinin yanlış kurulmasının sonucu, bu insanlar yok olmuştur. Şöyle bir fantezi kurmak lüksümüz varsa eğer gözlerimizi kapayalım. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş, Hüseyin, Mustafa, İbrahim Kaypakkaya gibi örgüt liderlerinin yaşadığını ve bir partinin içinde yer aldıklarını düşleyelim. Gerisini herkes kendine göre kursun. Eğer onlar da bildiğimiz gibi liderler gibi yapmayıp, kendilerini putlaştırmazlarsa, benim hayalimin sonu çok güzel devam ediyor. Sizinkini bilemem.
Yetmişlerin sonuna doğru kapitalizm kendi rotasını çizmişti. ABD Türkiye’nin misyonunu belirlemiş, onunla ilgili tüm senaryolar hazırlanmıştı. Kapitalizm için tek ihtiyaç duyulan şey paraydı. Demirel’in ağzında sakız olan yetmiş sentlik bir para. Bu para nasıl bulunacaktı? Belli bir tarz bulunmuştu ama sanayiyi desteklemiyordu. Kaçakçılık, silah ve uyuşturucu ticareti. Önce Abdi İpekçi, sonra da onun kaldığı yerden Uğur Mumcu bunun izini sürmüştür. Aslında bu iz doğru bir izdi ve doksanların sonunda bu işin ipliğinin pazara çıkması ile ispatlanmıştır.
Melih Arsun
Demokrat Parti’nin iktidarı bir askeri darbe ile bitirilir. Türkiye’nin demokrasi tarihi diğer dekokrasilerle karşılaştırıldığında çocuk kalır. İngiltere’nin 1200’lü yıllardan, Fransa’nın 1700’lü yıllardan hatta Yunan’ın ilkçağlardan itibaren kurmaya çalıştıkları kültürle Anadolu insanı Meşritiyeyle birlikte tanışmıştır. Oy vermenin anlamını bile bilmeden sandığa gidilip oylar atılmıştır. Hal böyle olunca da gelişim biraz “onlar” nasıl yapmışla, biraz da spontane davranışlarla olmuştur. Demokrasinin de demirkırata dönüşmesi de Anadolu insanının yaratıcılığıdır.
Bu coğrafya darbelere pek yabancı değildir. Ama bir umut kırıcı gelişmedir 27 Mayıs. Bilgiler evrenseldir. İnsanlığın birbirine aktardığı şeylerdir. İngiltere’de de Amerika’da da, Fransa’da da büyük acılar yaşanmıştır. Bütün bu tecrübeleri her halkın her milletin yaşaması gerekmez. Türkiye’nin de bütün dünya demokrasisinden alacağı çokşey vardır. Örneğin 1789 Devriminden sonra da bir sürü devlet adamı idam edilmiştir diye siz yeni kurduğunuz bir demokraside seçilmiş bir başbakan asamazsınız.
1946 seçimleri ile birlikte dört çok partili seçim yaşanmıştır ülkede. Bunlardan ikincisinde iktidar değişmiştir. Bu iktidarı halk değiştirmiştir. Bu bir süreci başlatan hareketti. Elbette bu gerçeği de abartmamak gerek. Halkın bunu büyük bir bilinçle yaptığını söyleyerek, insanların demokrasi kültürünün içlerine sindirdiklerini iddia etmek de bir başka çocukluk olur. Ama bir şekilde bu işin içine girilmiş oldu. Menderes direnmeyip, giderek zorba diktatör havalarına girmeyip, 1950’de İnönün’nün yaptığını yapabilse ve 27 Mayıs öncesinde seçimlere gidebilmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle bu iktidarı değiştirebilme gücü ülkeye iyice oturacaktı. Bir fırsat hem askerlerce hem de iktidar sahiplerince bu halkın elinden alınmış oldu. Üstelik aynı şey yirmi yıl sonra da tekrarlanacak ve tarihten ders almasını bilmeyenler için bir tekerrür yaşanacaktı.
Birinci darbenin hep demokrat yanından söz edilir. Özellikle CHP’liler sahip çıkar bu gerçeğe. Üniversite hocaları, o dönemin öğrencileri ve bu yaşadığımız dönemin aydınları da sahip çıkarlar. Anayasası ile getirdiği hak ve özürgürlükleri ile birlikte. Aslında sonuçlardan yola çıkarsak bu darbenin biraz teşkilatsız, plansız ve programsız yapıldığı ortaya çıkacaktır. Darbenin askeri kanattaki ilerici unsurlar tarafından yapılması bir şans mıydı, bir tesadüf müydü, yoksa ABD kendi derdine düştüğünden Türkiye’yi bir anlık ihmalinin sonucu muydu bilinmez ama bunu izleyen yıllar, evrensel kültür değerlerinin ülkeye daha rahat girip yaygınlaşması ve bu kültür varlıklarıyla tanışan Türk Aydınının ülkeyi değiştirebileceği ve söz sahibi olabileceğinin farkına vardığı yıllardır. Sol kültürün sıklıkla okunabiliyor oluşu, yeni kurulan sol partiler, gelişen kapitalizme bağlı olarak yükselen işçi sınıfı ve onun sendikal haraketleri, bize devlet kapitalizminden çıkıp, çok da uluslar arası nitelik taşımayan bir nevi yerel kapitalizmin kurulması sürecini işaret etmektedir. Grev ve toplu sözleşme hakkı çok önemli bri anayasa maddesidir. Daha işçi sınıfı bunun çok iyi farkında olmadan üniversiteli aydınların anayasa hazırlarken koydukları ve askerin de çok karışmadığı bu madde, 12 Eylül’ü hazırlayan bir sürecin ilk adımıdır. Bu madde sayesinde İşçi sınıfının hakları korunmuş, ve işçi sınıfı masaya oturduğunda haklarını alarak kalkabilmiştir. Seksen öncesine kadar işçi sınıfının düzenden aldığı pay görece, seksen sonrasına göre refah seviyesinde olduğunu iddia edebiliriz. 12 Eylül Askerlerinin aldığı ilk karar işçinin ücretlerini dondurmak, altı ve daha çok olan ikramiyenin dörtle sınırlandırmasını sağlamak olmuştur. Sanki başka hiç işi yokmuş gibi.
Sonuçlar 27 Mayıs’ın iyiki yapılmış havasını hep destekler nitelikte. Fakat bütün bunlar Kemalist tepeden inmeciliğin sonuçlarıdır. Bir çoğu alınmış değil verilmiş haktır. Bu nedenle uzun yıllar ne olduğunu çok kimse anlamamıştır. Elbette evrensel değerlerdir ama bilince çıkmadan sunulmuş şeylerdir. Bu nedenle işçi sınıfı bunu seksen sonrasında daha gür sesle haykırmıştır. Çünkü bunlar bilince çıkmış gerçeklerdir. Ve her şeye rağmen bu dönem üç devlet adamının idam edildiği bir dönemdir. Bir çok açıdan Menderes’in vatana ihanet ettiğini ispatlayabilirsiniz. Hakkında olmadık deliller bulmak da mümkün. Ama hiçbir zaman asılmayı hakedecek deliller değildir bunlar. Bu ülkenin ve düzenin bir başbakanıdır. Seçimle iş başına gelmiştir. Bu ülkenin insanının neredeyse % 60’nın oyunu almıştır. Bu insanların bilinçaltına çok farklı olarak yansımıştır. Menderesin bugün İstanbul’un orta yerinde bir Anıt - Mezarı bulunmaktadır. Birileri asarsa birileri de onu ölümsüzleştirir. Demokrasi hiçbir zaman böyle bir şey değildir ve olmamalıdır da.
Kapitalizmin ilk kazasından biraz ucube diyeceğimiz bir ikinci çocuk doğmuştur. Biraz yerel, biraz uluslarası olmaya çalışan ama gücü yetmeyen, büyük oranda devletçiliğe yaslanmış, emperyalizmle çoktan barış yapmış hatta onun bütün kurallarını kabullenmiş, halkına güvenmeyen ve onu cahil gören, geniş coğrafya içinde ben nereyi talan edebilirim zihniyetinde olan, nasıl gelişeceğini bile bilmeyen, çünkü çoğu konuşmasını bile beceremeyen, bir burjuvazi ve onun düzeni. Bu dönemin dış tekeller tarafından da pek önemi yoktur. Yani yatırım yapmaya değecek hiçbir gelişim çizgisi göstermemektedir.
Atatürk’ün Yurtta barış cihanda barış sloganı ülke içinde iyi tutmuştur da dünya silah tüccarlarının işine gelmemiştir. Her ne kadar Türkiye silaha yatırım yapıyorsa da ülke insanının içinde bulunduğu bu huzur havası, barış havası, bir anlamda ne gerek var düşüncesine doğru yönelimi sağlamıştır. Böyle havadaki bir halka siz nasıl silah satarsınız. Atatürk ve Venizelos kol kola girmişler ve barış imzalamışlar, Güneyde Irak, İran, Pakistan’la anlaşmalar yapılmış, Balkanlarda da bir Pakt imzalanmış. Tek tehlike SSCB için de Nato’ya girilmiş. Böyle bir devletin savunmaya milyonlarca dolar akıtmasını nasıl izah edersiniz? Türkiye’nin son onbeş yılda harcadığı silahlanma gideri dış borcunu geçiyor. Demek ki bir güneydoğu sorunu yaşanmamış olsaydı şu an bambaşka bir Türkiye olabilecekti.
Kıbrıs sorunu tam bu dönemde patlak verdi. Tarihi komplolarla açıklamaya kızanlar var ama, insanın mantık süreci işlediğinde bu noktaları buluyorsunuz. Nasıl yorum yaparsanız yapın. Kıbrıs Sorunu Türkiye’yi hazırlıksız yakalamıştı. Türkiye’nin askeri yönden hiçbir ön hazırılığı yoktu bunun için. Kıbrıs’ta olup bitenler tarafsız bir gözle bakılırsa bir insanlık dramıdır. Ben burada taraf yazmıyorum. Kıbrıs – iki kere gidip gördüm – iki halkın kol kola yaşadığı bir adadır. Elbette Rum ağırlık bir nüfus yapısı vardır. Ama yine de burası Türkler için de bir vatan olmuştur ve karşılıklı bir kabullenmedir. Aynı şeyi Gökçeada için de yazmak mümkün. Mübadele yıllarında bir çok Rum malını mülkünü bırakıp adayı terketmek zorunda kalmıştır. Fakat oradaki hava sizi kuşatır hemen . Farklı olmanın ve bir arada olmanın havasıdır bu. Hali hazırda, Kıbrıs’ta Rum tarafında kalan Türkler de Türk Tarafında kalan Rumlar da kardeşçe ve mutlulukla yaşamaktadır.
Sanırım Emperyalizmin en kirli yüzü ve en içten pazarlıklı tarafı bu. Masa başında iki halkın birbirine düşünürülmesinden menfaat sağlamak. Emperyalistler hakkını vermek gerek bu işi iyi biliyorlar. Uyguluyorlar da. Kıbrıs’a Ecevit’in kurtarıcı gibi gitmesinde şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü Türkiye o dönemin başlaması ile birlikte silahlanmaya, çıkarma gemisi almaya ve deniz kuvvetlerini güçlendirmeye yönelmiştir. Şartların en uygun olduğu dönem nedense şiddet eylemlerinin en arttığı ve Türk tarafının neredeyse proveke edildiği dönemdir. Silahlanmanın ilk emareleri ile birlikte Türkiye günümüze kadar gelen bir gelenekmiş gibi silah tüccarlarının kadim dostu olur. Küçücük Türk Donanması, nasıl ettiyse koca 6. Filoyu geçerek Kıbrıs’a çıkıverir. Türk ve Yunan Halklarının arsasındaki dostluğu kurma çabalarına bugün doğa da yardım etmektedir. Ne rastlantıdır bilinmez, Türkiye’nin baş belası olmuş bir adam bile Yunanistan Dışişleri bakanının korumasına giriverir. Ta Kenya’lara kadar refakat edilir. Bu emperyalislerin bir şekilde Türkiye ve Yunanistanı tetikleyip, onlara bol bol silah satmasının önüne geçecek politiklar üretmek bugün herkesin görevi olmalıdır.
Ecevitli Demirelli demokrasi yıllarında, Türkiye Halkı çekişmeyi, polemiği, inatlaşmayı öğrendi. Geçenlerde Ecevit’in yazmış olduğu Atatürk ve Devrimcilik isimli bir kitaba rastladım bir ahbamın evinde. O satırları yazan kişinin Ecevit olduğuna inanamadım. Daha Genel Başkan olmadığı yıllar.
1971 Darbesi öncesi özellikle 68’li yıllar gençliğin herşeyin farkına vardığı ve antiemperyalist düşüncelere sahip olarak sokaklara döküldüğü yıllar. 6. Filo’nun askerini Dolmabahçe’den denize dökecek kadar üyrekli ve inançlı bir gençlik. Üniversitelerinde boykotlar yapan bir gençlik. Örgütlenen ve ülkesine sahip çıkan, rejimi rahatsız eden bir gençlik. O zamanın gençiliği Kemalizmden alıyordu büyük oranda gücünü. Sosyalist de olsa.
Elbette bu hareketli, eylemi seven, haksızlığa anında müdahale eden ve örgütlü gençlik kimsenin işine gelemezdi. Engellenmeliydi. 71 Darbesinin amacı bu muhalif gücün kırılmasıydı. Bir anlamda kitleler sakinleştirilecek, sakinleşmese bile düzen içi güç haline getirilecekti. Kitlelerin düzen içinde sanki düzeni değiştirmeye çıkmış gibi görünen bir lider bulması uzun sürmedi. Bu isim Ecevit’ti. Bir anda çok sevdiği lideri ile 71 Darbesi hükümetine milletvekili verilmesi hususunda ters düşerek, dağlara taşlara bir umut diye adı yazılacak adam haline gelen “son peygamberimiz” kitleleri peşinden sürüklemeye başlayarak bir disiplin sağlayacaktır. Amansız rakibi Demirel’le savaşarak, işçinin emekçinin haklarını korumaya soyunan bu büyük devlet adamının aynı günlerde Bilderberglere bir er yıl arayla üye olmaları da ne büyük rastlantıdır. Bir anda iktidara gelişi, yükselen muhalif antiemperyalist gücün, Kıbrıs’a yönlenlendirilmesi, takunyacılarla koalisyon ve kendisi için anayasayı çiğnediği Demirelle aynı masaya oturmama gibi dirençli ve inançlı Türk Solcusu. Türkiye Ecevit / Demirel polemiği arasında seksenlere gelinceye kadar epey de zaman kaybetmiştir.
Ve görev süreleri dolmuştur. Artık gelişen kapitalizmin önünde duran bir gerici feodal gibi sırıtmaya başlamıştır, Kooperatifçi Ecevit’le, Orta Anadolu çocuğu Demirel. Üstelik artık muhalefeti dizginleyememektedirler. Özellikle Ecevit sol gücü elinden kaçırmıştır. Ayrıca TÜSİAD patronlar klübü devletin karşısında söz söyleyebilme gücüne ulaşmıştır. Ağır sanayi hamlesi başlamış, Türkiye’nin her tarafında fabrikaların bacalarından duman tütmeye başlamıştır. 61 Anayasası ile işçi sınıfına söz geçirmenin olanağı kalmamıştır. Emperyalizm koruyucu gümrük duvarlarından sıkılmıştır. Türkiye’nin iyi bir Pazar olabileceğini görmüş ve bu coğrafya olarak da iyi konumda olan ülkenin kapitalist gelişimini desteklemeye karar vermiştir. Ama bu haliyle imkansızdır. Bu işi yapacak bir adam bulunmalıdır. Ama bu adamın arkasında bir geçmişi olmamalıdır. 1978’da Ecevit’in önüne sunulan programın Ecevit romantik bulmuş, ve bu programın ara rejimsiz uygulanamayacağını savunmuştur. Bu ülkede her şey bu kadar açıkça da konuşulabilmektedir. Ama yeri zamanı öylesine ilgisizdir ki kimsenin dikkatini çekmez.
Bu dönemde birkaç paragraf da aydınlar ve lider kadroları için açmak istiyorum. Aslına bakılırsa hem talihli hem de talihsiz bir süreç yaşandı. Eylemlilik açısından yetmişli yıllar altın çağ olarak nitelendirilebilir. Fakat bu zaman diliminin bilinçlenme açısından ve tanımlanabilirlik açısından eksiklikleri olduğu muhakkak. Günümüzle bir kıyaslama yapmak gerekirse, bugün bilinç düzeyi ve dünyayı, olup bitenleri tanımlama daha yüksekken, eylemlilk neredeyse sıfır noktasında. Bu ikisi arasında ters orantı olduğunu sanmıyorum ama insanlar düşünmeye daha fazla vakit ayırdıklarında, sokaklardan uzaklaşıyor sanırım. Yine, bazı grupların içinde yer alan şahısların seksen sonrasında bambaşka platformlarda olması yadırganır oldu. Bir takım kişiler dönek damgası yerken, dışlandı. Oysa o günlerin en dinamik yanı muhalefet oluşuydu. 68 gençliği her şeye muhalifti neredeyse. Bu çoğu zaman savrulmayı getirdi. Çünkü kapitalizm bu muhalif kitleyi kendi dinamikleri içine katarak sanki kendi doğasında olan bir şeymiş gibi sundu. Kapitalizm böylece bir puan daha kazanmış oldu. Özellikle Çekoslavakya / Prag Baharının Sovyet tankları altında ezilmesiyle. Çünkü muhalefet, değişim reel sozyalizmin de kapısını çalmış, kapitalizm o güçle yükselirken, geleceğin düzeni olan sosyalizm çok kötü bir sınav vermiştir. Bu da olup bitenin bir sosyalizm olmadığını Prag’ın batısında kalan gençlere çok güzel sunulmuştur. Her şeye karşı olmak da bir güç değil. Çünkü bir program ve hedef olmalı. Gidilecek bir nokta. O olmayınca, gücünüz verimsizleşiyor. Türkiye’de de muhalif kitle bir anlamda CHP’nin içine sıkıştırılırken, diğerlerinin giderek marjinalleşmesi yaşandı. Bu marjinalleşmede ben örgütlerin ilk planda suçlu olduğunu düşünmüyorum. Düzen yaptığı baskı ve yıldırma politikalarıyla insanları illegalliteye zorlamıştır. Kendisine karşı yegane örgütlenmenin gizlilik esasına göre olması gerektiğini ideolojik olarak da yerleştirmiştir. Ve sol da buna sahip çıkmıştır.
Bu sürecin içinde yer alan ve gelecek için çok iyi bir lider kadrosu oluşturacak yiğit gençler ellerine silah alıp kırsala çıkınca, karışlarına düzenli ordu çıkıp, yok etmiştir. Bu solun en büyük yenilgisidir. Gelecek perspektifinin yanlış kurulmasının sonucu, bu insanlar yok olmuştur. Şöyle bir fantezi kurmak lüksümüz varsa eğer gözlerimizi kapayalım. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş, Hüseyin, Mustafa, İbrahim Kaypakkaya gibi örgüt liderlerinin yaşadığını ve bir partinin içinde yer aldıklarını düşleyelim. Gerisini herkes kendine göre kursun. Eğer onlar da bildiğimiz gibi liderler gibi yapmayıp, kendilerini putlaştırmazlarsa, benim hayalimin sonu çok güzel devam ediyor. Sizinkini bilemem.
Yetmişlerin sonuna doğru kapitalizm kendi rotasını çizmişti. ABD Türkiye’nin misyonunu belirlemiş, onunla ilgili tüm senaryolar hazırlanmıştı. Kapitalizm için tek ihtiyaç duyulan şey paraydı. Demirel’in ağzında sakız olan yetmiş sentlik bir para. Bu para nasıl bulunacaktı? Belli bir tarz bulunmuştu ama sanayiyi desteklemiyordu. Kaçakçılık, silah ve uyuşturucu ticareti. Önce Abdi İpekçi, sonra da onun kaldığı yerden Uğur Mumcu bunun izini sürmüştür. Aslında bu iz doğru bir izdi ve doksanların sonunda bu işin ipliğinin pazara çıkması ile ispatlanmıştır.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home