Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Ahlaki Kapitalizm - 1

Ahlaki Kapitalizm - 1
Melih Arsun

Türkiye 1923 yılı Ekim ayında Cumhuriyetini ilan etti. Bu bir devrimdi. Saltanata son verilmiş, millet idaresine dayalı bir düzen resmen kurulmuştur. Bu kolay bir süreç değildi kuşkusuz. Bu süreci 1908’den başlatırsak karşımıza öylesine hızlı yaşanan bir tarih çıkar ki, insanın başı döner.

Taner Akçam’ın bir kitabından okuduğum satırları aktarmak istiyorum. Okurken kendimi gülerken bulmuştum. Bu satırları yazan bir Osmanlı aydını.

“...bir fesad coşmuştur gidiyor. Girid gitti, Trablusgarb gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor...” “...Bu hafta haritaya baktım ( ? ) . Çoğu gitti azı kaldı. Bu da gidecek an karîb.”

Böyle bir hava vardır, Devlet – i Ali’de. İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 devrimi ile iktidara ortak olduklarında, tek düşünce Vatan’ın kurtarılması ve eski şatafatlı günlere döndürülmesiydi. İmparatorluk inşaa edilecekti. Ama “imparatorluğun en uzun yüzyılı” (İlber Ortaylı) istisnasız herkeste derin izler bırakmıştır. Osmanlıyı Osmanlı yapan etnik kökenler teker teker ayaklanmış, Osmanlı’nın esas toprağım dediği ve kendini ifade ettiği Balkan yarımadası yavaş yavaş elden çıkmıştır. Yıllarca süren ayaklanmalar, katliamlar, ve göçler. Formül aynıydı. Etnikler çeteleşiyor, yerli halka zarar veriyor. Yağmalıyor, katlediyor, bir anlamda bu toprakları terk etmeye zorlanıyor, devlet üzerine gidince, “yandım aman” diyerek emperyalist güçlere başvuruluyordu. Yıllarca süren savaşlar sonunda her sulh masasından bir toprak parçası daha kayıp gidiyordu. İmparatorluk dağılıyordu... Mora isyani ve savaşı bastırılmış, savaş kazanılmış ama masada kaybedilmişti. Aynı şey, Bulgaristan’da, Mekadonya’da, Sırbistan’da, Arnavutluk’ta olmuştu. Son Balkan savaşı ile birlikte bugünkü sınırlar çizilmiş oldu. 1. Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı Balkanlardan tamamen çekilmişti. İçinde Cumhuriyat Kadrolarının da bulunduğu İttihat ve Terakki’nin kurucuları ve elemanlarının yaşadığı tüm Balkan şehirleri artık Osmanlı değildi. Bunu ne Enver Paşa’nın, ne Talat Paşa’nın, ne de Mustafa Kemal’in kolay kolay hazmettiğini sanmıyorum.

Bununla birlikte İttihat ve Terakki içinde çok iyi yetişmiş kadrolar olmasına karşın, Enver Paşa gibi karizmatik, hayalperest, romantik, öngörüden yoksun, tarih bilinci olmayan ve hislerine yenik düşen bir liderin iktidar olmasının cezasını Türkiye halen çekiyor. Birinci Dünya Savaşı bir oldu bittidir. Alman Devleti ile Osmanlı’nın kader birliği yapması da bir tesadüf değildir. Emperyalist Devletler hasta adamı bitirmeye karar vermişlerdir. Bu nedenle Enver Paşa’nın İngiltere’ye, yanaşması, iki adet savaş gemisi yaptırması İngilizlerin planlarını uygulamalarını engellemez. Ayrıca Musul, Kerkük petrolleri çok değerlidir. Arap Yarımadası, İsrail ( Vaadedilmiş Topraklar ), Suveyş, Kıbrıs, Kafkaslar ve İran öylesine önem arz etmektedir ki artık buralarda Osmanlı nufuzunun olmasına kimse katlanamazdı. İki dünya savaşında çok önemli bir nokta vardır ve hiç tartışılmaz. İsrail ve Museviler... Rolleri çok önemlidir. (Burada bu konuyu ben de açmayacağım.)

Osmanlı Coğrafyasının ne kadar önemli olduğu gerçeğinin günümüz politikalarında da yansımları açısından tartışmaya açmak zaten anlamsızlaşıyor. Bu savaş Osmanlı’nın bitişini, Türkiye’nin kuruluşunu sağlamıştır. Elbette büyük acılar yaşanmıştır. Çanakkale’de yaşanan bir Dünya Dramıdır. Sarıkamış’da koca ordu savaşmadan yok olmuştur. Arap çöllerinde Osmanlı ordusu arkadan vurulmuştur. Önde İngiliz / Fransızlarla savaşırken, Lawrens’ın örgütlediği Araplar arkadan vurmuştur Osmanlıyı. Ermeni Techiri sonrasında bir kırıma dönüşerek çok daha büyük acılara ve yıllara kin tohumları eken bir süreci başlatmıştır. Bütün bunlar şunda birleşmemizi kolaylaştırabilir. Birinci Dünya Savaşı neredeyse Osmanlı’yı bitirmek üzere yapılmıştır. Bu elbette serbest bir düşüncedir ve kendi tarihimiz açısından değerlendirdiğimizde doğruluk payı bulunabilir. Genelleştirmek doğaldır ki yanlış olur.
Bununla birlikte İttihat ve Terakki kadrosunun savaş sonrası senaryoları da vardır. Olası bir yenilginin ve işgale karşı örgütlenme ve silahlı direniş çetelerinin oluşturulması. Yine sonuçlardan yola çıkarak bir genelleme yapalım. Mondros Ateşkesi sonrasında başlayan işgaller ve mantar gibi bitiveren etnik kökenli cemiyetler ve onların karşısında kurulan Müdaafayı Hukuk Cemiyetlerinin kısa sürede bir araya gelmeleri her kesimin belli bir beklenti içinde olduğunu ve ona göre hareket ettiğinin göstergesidir. İstanbul’daki Hükümet işlevselliğini yitirmiştir. Buna karşın yapılan seçimler ve oluşturulan yeni meclis, ve meclisin kendi sınırlarını çizmesi ile birlikte ( Misak-ı Milli ) Türkiye’nin oluşum süreci başlamış oldu.

Türkiye’nin kuruluşunu kolaylaştıran, işgali bitiren ve Kurtuluş Savaşında büyük bir başarı haline gelen şey Birinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında meydana gelen Şubat ve Ekim Devrimleri. Bolşeviklerin iktidara gelişi ile birlikte, Sovyetler için emperyalist savaş sona ermiş, sosyalizmle birlikte de yep yeni bir stratejik dünya oluşmaya başlamıştır. Böylesi bir düzen, Lozan’ı kolaylaştırmıştır. Emperyalistler için başka bir alternatif kalmamıştır. Sovyetlerin hemen Osmanlı ile ateşkes yapması, işgalcileri zor durumda bırakmıştır. Çünkü Anadolu’da başlayan isyanın giderek bolşevik karekter kazanması da mümkündü. Çerkez Ethem Efsanesi malumdur. Üstelik Mustafa Kemal bu kartı da oynamayı bilmiştir. TKP kurulmuş ve resmiyet kazanmıştır. Fransızlar ve İtalyanlar işgali kendi vatandaşlarına anlatmakta zorluk çekmiştir. Sonuçta hiç alakası olmayan bir Türk Yunan savaşı Kurtuluş Savaşımız olmuştur. Emperyalistler bu savaşın mirasını hala bu iki ülke halkları arasında kullanmayı sürdürmekte, iki devletin de çok önemli kaynaklarını silaha yatırmalarını teşvik etmektedir.

İzmir İktisat Kongresi ile Türkiye’nin kapitalist bir devlet olduğu Lozan öncesinde dünyaya ilan edilir. Fakat Osmanlı Devleti kapitalist olmadığından ve ülkede sermayeder olanlar da Ermeni Tehciri ile ortadan kaldırılıp, malları da Kurtuluş savaşında kullanıldığından devletin kapitalist olmasından başka bir seçenek kalmamıştı. Vehbi Koç’un nasıl kapitalist / girişimci olduğu bilinir. İlk Meclis binasının inşaasında devlete sattığı mallarla zenginleşmesinin ve devletle birlikteliğinin yolu açılmıştır.

Lozan sonrası, ve Cumhuriyet ilanı ile birlikte başlayan süreç, bir ülkenin imarıdır. Türkiye Osmanlı’nın borçlarını da devralmıştır. Fakat bu kalkınma hamlesi 1950’li yıllara kadar hazineden açık verilmeden devam etmiştir. Planlı, Devletçi kalkınma Atatürkün ilkeleri haline gelmiştir. Bir çok Kemalistin başını döndüren ve Devletçiliğin vazgeçilmezliğini ortaya koyan gerçek de bu Asrı Saadet dönemidir. Oysa bu dönemin bir özelliği insanların idealist olmalarıdır. Atatürk iyi bir devlet adamıdır. Bütün taşları yerlerine koymasını bilmiştir. İlk yaptıkları yeni bir devleti milleti ile birlikte ortaya çıkarmasıdır. Bu milletin dili olacaktır. En önemlisi tarihi. Sonra, bu devlet muhasır milletler gibi giyinmeli, kuşanmalıdır. Takvimi ona uymalı, aynı ölçülerle konuşulmalıdır. Bu içindeki halkın anlamadığı bir süreçtir. Zaten bunların halka anlatılması için bir neden de yoktur. Bu şeyler iyidir ve yapılmalıdır. Başka türlü o devletler gibi olmak mümkün değildir. Böylece Anadolu’da garip devlet ve onun içinde yaşayan garip bir millet ortaya çıkar. Kimliği olmayan, kişiliği, olmayan, ne konuştuğunu bilmeyen, kendisine sunulan tarihi anlamayan, istsinasız herkesin Türk olduğu bir Devlet. Bir iğne yapmaktan muhtaç olan bu insanlar, önce bankalarını kurarlar. Sonrada küçük küçük işletmeler. Bütün bunlar devlet eliyle gerçekleşir. Bununla birlikte birkaç toprak ağası, girişimci kılıklı kişilere de devlet eliyle bir takım teşviklerle işletmeler kurması sağlanır.

Avrupalı devletler gibi demokrasi denenir. Atatürk yanına çağırdığı birkaç arkadaşına kendi partisinin karşısına parti kurmasını emreder. Parti kurulur. Elbette bu parti içinde muhalif unsurlar barındıracaktır. Oysa Devletin sahibi buna kafa olarak hazır gözükse de yapacakları açısından hazır değildir. Kurulan iki parti değişik zamanlarda devlet içi komploya kurban gider. CHP bu ülkenin herşeyidir. Türkiye’nin en büyük bankasının sahibidir. Meclisin sahibidir, hükümettir, yeniliklerin öncüsüdür. Bir şeyden anlamayan halkın itici gücü önderidir. Devrimcidir. CHP ile halkın kopuşu bu elitizm içinde başlar. Zaten Osmanlıdan beri halk için devlet zeval gelmeyecek bir kurumdur. Herkes onun için var olur. Yıllardır tüm camilerinden okunan ezan Türkçeleşir. Sevimsiz, garip bir “Tanrı uludur!” nidaları ile inler Süleymaniye. Laiklik, layikliğe dönüşmüştür çoktan. Bu topraklarda yaşayanlar hiçbir zaman şeriatçı olmamıştır ama inançsız da kalmamıştır. Tarikatları, tekkeleri ile güzel bir tassavvuf kültürü de kurmuştur. Ama bütün bunların ortadan kaldırılması ile birlikte yeni bir din insanların önüne sürülmeye çalışılmıştır. Elbette bütün bunlara karşı bir tepki doğmuştur. Bu devletin bir benzeri de kuzeyde Sovyetler birliğinde kuruluyordu. Neredeyse tıpa tıp. Ama sovyetler dille, harflerle, gelenk göreneklerle pek oynamadan bu işi yapıyordu. Zaten bu iki ülkenin de çüküşü aynı döneme rastlar.

Atatürk yaşadığı sürece, kendi kaynakları ile büyüyen bir ülke kurmuştu. Zaten ülkenin kaynakları halen bir Türkiye yaratacak kadar vardır. Ama bir türlü o plan program yapılamamaktadır.

Geçenlerde bir iş için bir yerde bulunuyordum. Oldukça yaşlı bir bey çok ilginç bir konuya temas etti. Trabzon Beşikdüzü. Onun iddiası şöyleydi. “Bizim Beşikdüzünün etrafını koca beton duvarlarla çevirin. Bu haliyle herhalde bir elli yıl kimseye muhtaç kalmadan içeride yaşarız biz.” Bunu Türkiye’nin bir çok bölgesi için söylemek mümkün. Son dönemde ortaya çıkan şu bor madenleri. Kendi zenginliğimize sahip çıkamıyoruz.

Elbette kapitalizm kendi kendine yeten bir zihniyetle yaşamayı sevmez. Sonradan değineceğimiz gibi Türkiye son yirmi yılda kapitalizme göbekten bağlı hale getirilmiştir. İnönü dönemi bir direnişin ifadesidir. İnönü politika sahnesinde Atatürk’den daha fazla kalmıştır. Lozan’da Emperyalistlerin ağızlarından niyetlerini bizzat dinlemiştir. Bu nedenle de koruyucu kalkanlarından uzun süre vazgeçmek istememiştir. Türkiye’yi savaş içinde şavaşa sokmadan ama savaşıyormuş gibi yönetmiştir. Bu onu halkın gözünde sevimsizleştirmiştir, ama yüzlerce ton altın rezervi ile ardıllarına kolay bir hareket alanı bırakmıştır. Bu parasal güç 1950 sonrasındaki sanayileşmenin yolunu açmıştır. Demokrat Parti sağın vazgeçilmez popülizmin de kullanarak kitlelerin içinde yaygınlaşmıştır.

Demokrat Parti üyeleri CHP’den farklı olarak direkt Kurtuluş Savaşının içinde yer almayan, daha çok yerli komitacı ve toprakağalarının bulunduğu, ve zamanla Atatürk ve İnönünün karşısında yeralan muhaliflerin toplandığı bir partidir. Bu partiyle birlikte kapitalizmin devletçilikten kurtulmasının yolu açılmıştır. Menderes en çok dış gezisi olan ilk başbakandır. Amerika ve İngiltere komşu kapısı gibidir. Neredeyse bu yollarda da telef olacaktır. Amerikan rüyası bu ziyaretlerde başlamıştır. KüçükAmerika özlemi, her mahallede yaratılacak zenginler, kapitalizmin büyüyen ayak sesleridir. Bu dönem İstanbul’un yeniden keşfi dönemidir. Büyük şehir, köyün ihmali, köy enstütülerinin kapatılması, göçün teşviki ve plansız programsız bir liberalizm özlemi. Bırakalım yapsınlar, bıralım geçsinler zihniyetinin ayak sesleri. Ama devletçilikten kurtulmak da mümükün değildir. Çünkü aynı dönemin insanlarıdır bunlar. Atatürk devrini de yaşamışlardır. Ama yukarıda söz etmeye çalıştığım idealizm burada yerini çıkarlara bırakmıştır. Devletçilik, bir anlamda devlet kadrolarının talanıdır.

Türkiye ilk kez dış borçla tanışır. Lozan’da son sözü söyleyen Lord Cruzon’un kulakları çınlar. Atmışların sona doğru bu ülkenin bir başbakanı “borç devletin itibarıdır” diyecek kadar ileri gider. İstanbul’un gelişimin merkezi olarak seçilmesi tarihsel bir hatadır. Böylece Anadolu göç edilen bir yer haline gelir. İstanbul’un taşı toprağı altındır. Karadeniz’in çaycısı, fındıkçısı, tütüncüsü, İstanbul’da bir anda müteaahit olduklarını keşfederler. İstanbul’un talanı bu şekilde başlar. Vahşi kapitalizm her tür zevkten, görüntüden uzak bir yağma mantığı içinde her tarafa saldırır. Plansızlık öyle boyutlarda yaşanır ki, İstanbul’da artık otuz yıl sonra ne denize girilebilmektedir, ne de balık tutulabilmektedir. Haliç’in kıyısına döküm fabrikaları kurulur. Suriçine ve hemen dışına kimyasal özelliği en yoğun sanayi olan Deri fabrikaları kurulur. Beykoz sahillerine cam, rakı, kundura fabrikaları. Üsküdar’ın o güzelim görüntüsüne kocaman bir Tekel. Dolmabahçe Sarayının biraz ötesine Salı Pazarı ve Perşembe Pazarı ve Haydarpaşa Limanı... Şimdi bu saydıklarımızın hepsi kaldırılmaya çalışılıyor. Kapitalizmimizin itici gücü olan İstanbul, her türlü tarihi dokudan uzak bir görüntü altında başkent haline gelmiştir. Kocaman bir sanayi şehri. Nüfus gayriresmi kaynaklara göre 15 Milyon. Yani şu an Türkiye’nin neredeyse beşte biri bu ilde yaşamaya başlamıştır.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home