Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Aşktan Düşüş...


Gamzeda, bizden hızla uzaklaşan ufuktaki Beyrut silüetine bakarken ruhunu kuşatan duyguların etkisiyle, gözyaşlarının sele dönüşmesine engel olamıyordu; benden uzak bir yerdeydi, aramıza çok ince, dışarıdan görünmesi olanaksız bir perde inmiş gibiydi, konuşamıyorduk, daha kötüsü benimle göz göze gelmiyordu, sadece engin maviliğe bakıyordu...

Onu kaybediyor olduğumu hissettim bir an; ve yalnızlığını yaşaması için yanından ayrıldım.

***

Hatırlıyor musun, bilmiyorum; sana yazmıştım...



“Güneş bu denli uzak ve dondurucu olabiliyor.

Gülücüklerde oyun izleri var,

İzmarit bile güven vermiyor.

Titrek bir sevginin peşi sıra yuvarlanan

İnsanlar,

Düşlerle doğup, hayatta yıkılıyor.



Sonsuz bir yaşanan...

Ve derinliği kaybolmuş hayeller

Sorular soruldu mu öfkeler artıyor.

Kabullenilen bir koşullanış;

Izdırap aşklarda yaşanıyor;

Ve kabullenilmiş bir acı var.



Susuzlukla yeşermeyecek tragedyası

Korku ve cesaret gümüşlü bir aynadır

Ve liriktir;

Nefes almanın ve vermenin eseri

Duygudan düşünceye, yeşillikle baharı

Birleştiren trajedidir,

Ve ayrılıklarla, üşünen saatin bütünlüğüne komedisi...”



O günlerde yaşadığım duyguların önemli bölümünü seninle birlikte yitirdim. Saçlarının kıvrımının arasında bulmaya çalıştığım şey, beni yıllarca tek yaşamaya götürecek kocaman bir boşluktu. Tanımıyordum, bilmiyordum. Tarot kartlarında sıfır numara ile işaretlenmiş Şapşaldım...

“Sen! Bütün kelimelerin odaklandığı, sözcüklerin iyeliği. Seni sana, sendekini kendime, kendimdekini de satırlara döktüren, o büyülü aşk. Yeniden yazabiliyorum diye bağırdığım güzel sevgili. Dağınık düşüncelerde kaybolup giderken, bir bahar serinliğinde içimi dolduran umudum. Sabrım, sessizliğim, yalnızlığım. Gecemde yaşayan parçalanmış bir ölümden doğan güneşim. Yılların içinde biriktirdiğim, tozlu sayfaların arasına sıkıştırıp unutmaya çalıştığım sevgim. Bahar günü kırlardaki tomurcuk. Açmaya çalışan çiçek. Günebakan, güneşe dönen renk. Ne renk ama. Yavruağzına dönen gülücükler, hiç kaybolmayan kadifeliğinde lacivert. Sen, yine sen. Hep sen...”

Gitmeden kısa bir süre önceydi. Bir türlü o sihirli hayatı yaşayamıyordum; üstelik tamamen kendimin yarattığı ve gerçekte karşılığı olmayan, sadece oyun olan yalnızlık duygusu, seni tanıdıktan sonra “zahirî” bir hale dönüşmüştü.

“...Aşık ol!” dedim.

“...ben, senin romantizmine aşığım,” dedin. “duygularına...”

“Bu yetmez,” dedim.

“Biliyorum... Şimdilik elimi verebiliyorum” dedin.

Ben yanağındaki sevgiyi istedim. Dokunduğum ten beni istediğini söylüyordu;

“...sana söyleyemediğimi anla, işte ben buradayım, dokunabileceğin bir yerde, sevgimi hissedebiliyor musun?”

“Evet, bu sıcaklığı istiyordum işte, bulunduğun yerde ol. Gitme! Bu mesafe hiç kapanmasın, daima seni hissedebileceğim yerde ol.”



Oysa, oradayken bile uzaklaşıyordun. Çıktığın yolda beni duymana olanak yoktu. Düşünsene, söylenemeyen bir kaç sözcük, sayfaları dolduran koca bir deftere dönüşüyordu.

Bütün bunları neden hatırlatıyorum sana?

Yıllar sonra, içimde saklı duran o küçük sandığın içine saklanmış duygunun kapağını açan Gamzada’nın da gitmesinden korkuyorum, belki. Onun uzaklaşmasıyla, seninle yaşadığım platonik rüyanın arasında bir denklik kuruyorum; ama biliyorum ki, ne ben o günleri yaşayan kişiyim ne Gamzeda sen!

Senin gözlerine baktığımda, kendi yalnızlığımı görürdüm. Şimdi bana “ne güzel ayna olmuşum ve seni yansıtmışım,” diyen sesini duyar gibi oluyorum. Evet, bir insan, diğerine yansıtabilmeli; ama aşk, sevgilinin gözlerinde “şûle” görebilmektir. Gönüllere ferahlık veren bir “bakış” gönderebilmektir; ilham verebilmektir.

“Ben artık, yalnızlığımın lirik şiirini yazmıyorum,” dediğim gün, aşk yüreğimde duran ve gerçek olmayan duyguların saklandığı o sandıkta ebedi duygusuyla varolacaktır.



Kendime kızıyorum. Beyrut sokaklarını terk edemeyen insanların öyküleriyle aklı ve yüreği dolmuş Gamzeda’nın gözyaşlarını silmek yerine, kendi bencil duygularımdan kaynaklanan bir aptalca tutkuların esiri oluyorum.

Hayat dediğimiz şey nasıl da eşzamanlı bir süreç olarak yaratılıyor, değil mi?

Bütün geceyi bu karmaşık duygular ve çelişkili düşünceler arasında yarı uykulu, yarı uyanık geçirdim. Gamzeda’nın yanına gitmeye cesaret bulamadım, o da benim yanıma gelmedi. Sabaha karşı, onun yokluğu yüreğimin içinde büyüdü, büyüdü; dayanılmazı imkansız bir korkuya dönüştü. Mersin Limanı’na varıncaya kadar geminin her tarafını dolaştım. Bizi beraber gemiye binerken görmüş insanlara tekrar tekrar, detayları anlatarak onu sordum. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu; görmemişti. Gemiden düşmüş, başına bir şey gelmiş olabileceği varsayımından yola çıkarak, ilgili yerlere haber verdim. Varlığı nasıl gönlümü ferahlatan, “gam alan” bir sevgiye dönüşmüşse, yokluğu tam aksi olmuştu.

Gözyaşları döktüğü bir zaman diliminde, belki başını omzuma yaslayacağı bir an onu bırakmış, gitmiştim. Onun mu beni, benim mi onu terk ettiğim sorusunun cevabını veremiyordum. Oysa hayatıma sunulmuş en büyük armağandı, Gamzeda.

Gemiden indiğini öğrendim. Yanında bir bayan varmış.

Ne pahasına olursa olsun onu bulmalıydım... Bundan sonra böyle bir yolculuk başlıyordu benim için...

“Her şey hoş görülebilir, ama sevgi göstermeye ara vermek hoş görülemez. Böyle durumlarda, sevgiyi yok etmeye kalkışan sevgiyi yeniden yaratmakla yükümlüdür. ” (1)


--------------------------------------------------------------------------------

(1) Hac – Paulo Coelho S.58 Can Yayınları

Uzay Gökerman

http://indigodergisi.com/uzay01_13.htm

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home