Cuma, Mayıs 11, 2007

Roger Waters'ı "Beklemek..."

Birini ne kadar uzun süre bekleyebilirsiniz? Ölümü, umudu, yaşlılığı, gerçeği, parayı, arabanızda kırmızı ışığı, vapuru,aybaşını,umudu... Her biri ne kadar sürer? Ve bizim bekleyişimiz ne kadar sürdü? Dün, saatlerce sıra bekledikten sonra, umursamazca önümüze geçen adamın arkasından bağırırken farkedebildim ancak "20 senedir bekliyorum bugünü". Ben 20, genç Comfortably Numb 5, küçük Simay 2 yıldır bekliyor belki. Ya Yavuz Aydar? 40 yıl mı?

Ülke dışında, daha önceden Pink Floyd’u ve Roger Waters’i izleyenler de dahil, bu günü, öyle ya da böyle, 1 yıl yada 40 yıldır beklemeyen, umut etmeyen, rüyalarında tekrar tekrar görüp heyecanla uyanmayan kaç kişi var aramızda?



20 Haziran gecesi, bu ülke topraklarında bugüne dek yaşanan en güzel konseri görebildik hepimiz. Kimimiz 10 yaşında, kimi 30, kimi 70 ama hep birlikte ve coşkuyla tarihin en keskin, en rahatsız edici, en coşkulu, en acı verici beyinlerinden birinin önderliğinde, harika müzisyenlerle, sadece bugünün değil, geçmiş 40 yılın ve hatta geleceğin en güzel notalarına tanıklık ettik.



Saatler öncesinden gelip beklememize gerek yoktu belki, ama beklemek istiyorduk biz, ne yazar. Güneşte yanmak, susuzluk,yorgunluk kimin umurunda? Yüzlerce metre uzaktan, ses kontrolü sırasında, ağaç dallarının arasından Roger’i görmenin keyfini tekrar kim yaşatabilir ki bize? Çocuklar gibi, Amerika kıtasını ilk gören denizci gibi, ‘Gördüm,gördüm,Roger’i gördüm’ diyebilmenin coşkusunu. Kadın olmanın,erkek olmanın, çocuk olmanın, zengin olmanın, evsiz olmanın, cesur, çekingen, hasta olmanın öneminin olmadığı yeri keşfettik sonunda. Belki konseri izleyen 15.000 kişinin değil ama, en azından ‘bizim’ ortak duygularımız sardı her yeri, başka birşey değil.

Beklerken çalan parçalara burun kıvırdık.Evet güzeldiler belki ama bizim hissetmeye geldiğimiz müzik değildi.Kim olabilirdi ki zaten? Saatler hem geçsin istiyorduk,hemde bitmesin...Ve ışıklar sönüp tekrar yükselmeye başladığında...



In The Flesh’le birlikte titremeye başladık. Işıklar gözlerimizi kamaştırdı. Yorgunluk , açlık, susuzluk, hepsi unutuldu birer birer. Anlayamadık ne olduğunu hemen. Evet sabahtan sıra almak,umutla beklemek yetmemişti onu rahat rahat izleyebilmek için. ‘Diğerleri’ vardı aramızda. 10 dakikada bir bira almaya giden, telefonla konusup, sürekli önümüze geçmeye çalışan diğerleri. Ama olsun, ister ağaç dalı arasından, ister en önden,ister en arkadan...



Oradaydı işte. Bizimle birlikte. Mother dingin, buğulu ama her zamanki gibi tırmalayıcıydı. Mother should I trust the government? Verilecek tek bir cevap vardı konseri izleyen binler için: ‘NO!’



Ardından Syd’in bölümü. Eski dosta ve belki dostlara olan selamın haykırışları. Set the controls for the heart of the sun’da tüm ekip duruşlarıyla farklı bir mesaj veriyordu.



Ardından Roger Waters, çağdaşı ve kıyaslandığı hiçbir müzisyenin hayatı boyunca vermediği kadar politik mesajı peşpeşe sıralamaya başlıyordu.



Yalnız eşsiz bir müzisyen olmanın kendisine yetmediğini biliyorduk. Aynı zamanda peşinden gelen, onu dinleyen milyonlara, duruşu,hareketleri ve şarkılarıyla liderlik eden, uyaran, sarsan, öfkelendiren ‘aykırı’ bir dehaydı o. Üstelik bunu medyanın gözü önünde yapılan içi boş şovlarla değil, doğrudan sanatıyla yapıyordu.


Roger Waters concert IN THE FLESH
Uploaded by meriemfr2000

Arka plandaki görüntüler şarkıların etkisini artırırken, Perfect Sense’te ellerini bize doğru uzatarak haykırıyordu; ‘Can’t you see!’ Havuzun içindeki denizaltı, dünyanın, onu yok etmek için ürettiğimiz silahlar için ne kadar küçük olduğunu anlatıyordu belki bize.



Onbinlerce kişinin ilk defa dinlediği Leaving Beirut herkese bir tokattı adeta. Sadece Amerika’ya ve onların değer yargılarına değil, onu yaşam tarzı haline getiren tüm diğerlerine ve duyarsız kalan bizlere de sesleniyordu. Sözler doğaldı. Sanki Roger’in ağzından o an ilk defa çıkıyor gibiydi.Bu parçanın ardından birinin bizi sarsması,geri döndürmesi gerekiyordu, öyle de oldu. İlk bölüm, belki de en güzel yorumlarından biriyle Sheep’le biterken, içimize Dark Side Of The Moon heyecanı çoktan yerleşmişti bile.’Kalp atışını’ şimdiden duyabiliyorduk.



‘Breathe’ ile nefesimizi alıp ‘On the Run’’in sonuna kadar tuttuk,girdapların,yıldızların içinde kaybolduk Zemini sarsan muazzam gök gürültüsüyle kendimize gelip ‘Time’ la zamanının akışına bıraktık kendimizi.



Dark Side Of The Moon benim gözümde hep iki bölüm olmuştur. The Great Gig In The Sky’a kadar, yaşamın,zamanın içinde yapılan kişisel bir yolculuktur. Zarif hanımların muhteşem vokalleri sonrası Pink Floyd’un dünyaya bakışının herzamanki duyarlı,isyankar nefesi. 40 dakika göz açıp kapanıncaya kadar geçerken, gözlerimiz,beynimiz ve ellerimiz ayrı yönde çığlıklara boğuluyordu Bu kadar olamazdı. Olmayacağını biliyorduk ama çılgınlar gibi alkışlamaya devam ettik geri gelsinler diye. Kendimizi avutuyorduk, o da bizden etkilendi diye. Ve başladığı gibi The Wall’la döndüler yine.



7 den 70’e hep birlikte ‘Another Brick In The Wall’i söylerken, ben,sen yada o yoktu artık. 15000 kişinin ortak çığlığı vardı.Saatlerdir aklımda olan final anı gelip çattığında artık heyecanımı kontrol edemiyordum. 17.00 sularında başlayan ses kontrollerinde 5-10 saniyesiyle kendinden geçtiğimiz ‘Bring The Boys Back Home’ başladığında şunu biliyordum. O an tüm dünya üzerinde, bizden daha mutlu, daha coşkulu,daha heyecanlı kimse olamazdı. O an tüm dünyanın en şanslı insanlarıydık biz. Boğaz yerinden oynarken peşinden ne geleceğini hepimiz biliyorduk;



Comfortably Numb hep hayatımın parçası oldu. Her bir anının kusursuzluğu, muazzam gitar soloları, çocukluktan kayboluşa uzanan yolu sade ama etkili anlatımıyla, hep büyüleyen bu eşsiz yapıtı, geçen ay yine Pink Floyd’a tapan başka bir gruptan canlı izlerken kendimden geçmiştim.Ama şimdi... Onu yaratan, sözlerine,müziğine,her bir notasına hayat veren adamdan, izlemek,solumak,dinlemek... Sonrasını yazamıyorum... Hatırlamıyorum... Hep final anı kalsın gözlerimin önünde. Bize el sallayışı ve gülümsemesi...

Ertesi sabah, yıllardan beri içimde olan bir düğümlenmenin kaybolduğunu hissederek uyandım. Sürekli gözlerimi kapatıp o ana geri dönmeye çalışıyorum. Yıllar sonrasında unutmayacak,anlatacak,çocuklarımızla,torunlarımızla video görüntülerini izlerken ‘Oradaydım’diyebilmenin mutluluğunu tadacağız. Yaşadığımız ‘bizim’ konserimizdi. Onu beklemiştik. Yıllarca hem de. Tüm konser alanında,tüm izleyicilerin üst üste eklendiğinde yüzbinlerce yıllık bekleyişi vardı. Hayatlarımızdan geçen yüzbinlerce sene... Bundan sonra, bu yaşadıklarımızı, kendimizden sonra gelenlere tanıtmak,anlatmak,sevdirmek dolduracak içimizdeki boşluğu.

Sonrası mı? İçimizdeki bu duygu hep kalacak. Bizim son nefesimize kadar, ‘onların’ son nefesine kadar bir araya gelmelerini bekleyeceğiz. Her gün haberleri kontrol edecek birbirimize ‘acaba’ mı? diyerek aynı sahnenin üzerinde bir kere daha birlikte olmalarını umutla bekleyeceğiz. Şairin dediği gibi; ‘Beklemek bizim yaşamımız.’ Pink Floyd’u beklemek? İşte o bizim kalp atışımız....


Erşan Gökerman
22 Haziran 2006 - Konser Sonrası

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home