“Belki üstümüzden bir Ay geçer...”
Bu yazıyı geçen sene erguvanlar açarken ve de güneş tutulması sırasında yazmıştım. Aradan bir sene geçmiş, bir kere daha paylaşmak istedim..
Uzay Gökerman
Mayıs 2006 - İndigo Dergisi


Geçen ay Side’de olduğunu öğrendim. Dünyaya gelen ışığın soğurulduğu gün oradaymışsın; kimin söylediğinin önemi yok. Biz hep buna takıldık, kaldık; en çok da “neden haber vermedin?” sorusunu yönelttik birbirimize. İçimizde taşıdığımız güven eksikliğinin her fırsatta tekrar tekrar sınanmasını istedik.
Merak... Taşıdığımız en ağır yük; yenemediğimiz düşman, durmaksızın aranan bakış, kiriş aralığındaki kulak, platonik bir duyguyla bağlandığımız karşılıksız bir aşk, ruhumuzu kirleten kötü “dost!”
Diyelim ki; son ışık zerresini gönderdiği sırada güneşin altındaydık; benzersiz bir fotoğraf enstantanesi yakalama uğraşı veren O’nunla birlikte.
“Belki üstümüzden bir Ay geçer?” diye fısıldadım.
Bir şarkıdan alıntı olduğunu anlar anlamaz, gülümsedi; o sırada makinasının bağlı olduğu üçayağı en uygun pozisyona getirmeye, diğer taraftan da boynuna asılı analog fotoğraf makinasında biten filmi yenisiyle değiştirmeye çalışıyordu. Sırtımı taş bir bloğa yaslamış, onu izliyordum; yalnız değildik, insanlar vardı. Tutulmaya bir kaç saniye kalmıştı.
O an her şeyi bir parmak oynatışıyla durdurdu sanki.
“Sence bu nasıl bir aşk ilişkisi?” dudaklarından bu kelimelerin dökülüşünü ‘sadece’ görebildim. Zamanı durdurduğu için, nasıl bir cümle olduğunu önce algılayamadım; sonra gökyüzünün üzerimize bıraktığı karanlığın içinden bakışlarını ayırdım; soruyordu. Anlamadığımı fark etti. Zamana küçük bir hareket verdi.
“Güneş, Ay... ve Dünya?”
O sırada büyük bir gürültü koptu. Güneş yusyuvarlak bir karanlığın arkasında kalmış, etrafa bir serinlik yayılmıştı.
“Ayın karanlık yüzünde sence ne var?” Zaman akıp gitmeye devam ediyordu. Bir kere daha akışı durdurmasını geçirdim içimden. “Bunu sonsuza kadar hiç bilemeyeceğiz, oysa şu an her ikisi de orada bir şeyler paylaşıyor, yaşıyor.” Her iki makinanın da denklanşörüne sayısız defalar bastı. Bir ara gözyaşı döktüğünü fark ettim; sormadım; çünkü artık onunla değildim, kendi kendime, az önce etmiş olduğu lafların etkisiyle, bu muhteşem doğa olayına hiç olmadığı anlamlar yükleme telaşındaydım.
“Yani?” diyebildim.
İkinci el hareketiyle denklanşöre basarak zamanı bir kere daha durdurdu. Tam karşıma geçmiş; gözlerimin gerisinde ne olduğunu merak eden bakışlarını taşıyan başıyla, Ay’ın şimdi bize dönük karanlık yüzü ve tamamen bu karanlığın arkasında tutulmuş kalmış Güneş aynı eksende, bir doğru üzerinde buluşmuşlardı. Dizime yaslanarak, bana doğru eğilirken zamanın akışına bir kere daha yol vermiş oldu. Fotoğrafımız çekilmişti.
“Sessizliğinin içinde huzurlu bir dünya olduğunu fark ettim.” dedi. Sonra tekrar işine geri döndü. “Yüzlerce yıl boyunca, sessizliğin ne olduğunu bilmeden yaşadım, biliyor muydun?” diye devam etti.
Karanlığın devam ettiği süre boyunca gökyüzünde hiç kanat çırpan bir kuş görmedik. O an ilk aklıma gelenin bu oluşuna şaşırıyordum ki...
“Hiç sormuyorsun?” dedi, bu kez.

Yakınımızda bir yerlerden gitar sesi geliyordu. O an etraftaki bütün gürültü kesiliverdi. Sonra, düz ve uzun saçlarıyla çıplak göğüslerini gizleyen bir kadının ayrık duran bacaklarının arasına sıkıştırırarak çaldığı çellonun sesi yaylana yaylana geldi kulaklarımıza. Gitarın üç teline dokunan parmaklar bir an hareketsizleştiğinde, o çok zarif çırılçıplak kadının elindeki yay ruhumuzun derinliklerine doğru ilerleyip, geri çekiliyordu.
Bir şarkı duyuldu...

Artık karanlık yüzü bize dönmüş Ay’ın çevresindeki Güneş’in bulutsu halesine bakıyorduk, ikimiz de. Yüzlerce fotoğraf karesi çekilmişti. İki sevdalı gök cisminin aşk ritüeline şahittik.
“Bir süre önce çok yakın bir arkadaşım ruhunu kuşatan bu duygu yoğunluğu içinde, gitmeden az önce itirafta bulunmuştu, bana;
“... şu ölümlü dünyadaki tüm umutlarımı yitirip, kalbimi besleyecek hiçbir gıda bulamadığımdan, onu kendi özünden beslemeye kendimi yavaş yavaş alıştırdığım ve onun besinini kendi içimde aradığım döneme geri dönmeliyim.”
Onun sohbetinden çok hoşlanıyordum. Gördüğün gibi sana sadece yazabiliyorum. Bizim aramızdaki mesafe hiç kapanmadı; hep mektup yazılacak yerde kaldın. Aslına bakılırsa her ikimiz de bu durumu kabullendik, değil mi? Oysa onunla geziyoruz, dolaşıyoruz; dediğim gibi “diyelim ki, üstümüzden ay geçtiği gün Side’deydik ve ben seni orada görmüş oldum;” buna rağmen konuşamadık yine.
O ise hiç durmaksızın bir şeyler anlatmayı sürdürüyordu.
“... tecrübe denilen şeyin bedeli o kadar pahalı ki; elimizde bunu ödeyecek yeterli maddi imkan olmadığından, zamanımızla, yaşımızla, gençliğimizle mahsub ediyoruz; sonra zaman geliyor bu, ödediğimiz pahaya değmeyecek bir şeye dönüşüyor. ‘Yaşanamamış’ sayısız hatıra ile başbaşa kalmış oluyorsun.”
“Neden bunlardan söz ediyorsun?” diye baktığımı sanmış olacak, bir an rahatsızlık duydu. Şimdi şu satırları yazarken, senin de aynı şeyler hissedip hissetmediğini soruyorum kendime.
Ay yolculuğuna devam ediyordu; Side’de sanki yeni bir gün doğumu yaşanıyordu. Kutsal kitaplardaki kıyamet öncesi alametlerinden “Güneş sönecek!” kehanetinin küçük bir simülasyonunu yaşamıştık. Yüreğimizi hem coşku hem de biraz korku sarmıştı. Bu da Tanrısal bir mirastı; hiç bir duygu tek başına var olamıyordu.
Şarkı, Pink Floyd’un Dark Side Of The Moon Albümünden
(http://www.okeania.net/)
Bir arkadaşın sözleri Jean Jacques Rousseau’dan alıntılanmıştır.
Fotoğraflar:
http://www.agaclar.net/
http://www.careymorephotography.com/
http://www.fotografim.com/
http://www.deviantart.com/
Uzay Gökerman
Mayıs 2006 - İndigo Dergisi

Kış çok üzün sürdü; ama bahar tam zamanında geldi. İstanbul’u bir görsen; sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yağan yağmurların arkasından peşi sıra tomurcuklar açan ağaçların içinde en çok leylaklar ve yaz yeşili yaprakları yürek şeklindeki erguvanlar dikkat çekiyor, gözünün önünde canlandırabiliyor musun; İstanbulda şimdi erguvan zamanı.
Erguvanların açtığı sokakta beyaz periler yaşarmış;
Sabahın nektar zamanında uyanır, Sevgili’yle buluşurmuş;
Aşk hiç bu kadar saf, hiç bu kadar gerçek olmamış.
Leyla Mecnun’un yüreğinde; Ferhat Şirin’in gözünün tahtında;
Esas parçalanmış ayrılıksa bundan sonra;
Dillere destan anlatısında.
Erguvanların açtığı sokakta beyaz periler yaşarmış;
Sabahın nektar zamanında uyanır, Sevgili’yle buluşurmuş;
Aşk hiç bu kadar saf, hiç bu kadar gerçek olmamış.
Leyla Mecnun’un yüreğinde; Ferhat Şirin’in gözünün tahtında;
Esas parçalanmış ayrılıksa bundan sonra;
Dillere destan anlatısında.

Geçen ay Side’de olduğunu öğrendim. Dünyaya gelen ışığın soğurulduğu gün oradaymışsın; kimin söylediğinin önemi yok. Biz hep buna takıldık, kaldık; en çok da “neden haber vermedin?” sorusunu yönelttik birbirimize. İçimizde taşıdığımız güven eksikliğinin her fırsatta tekrar tekrar sınanmasını istedik.
Merak... Taşıdığımız en ağır yük; yenemediğimiz düşman, durmaksızın aranan bakış, kiriş aralığındaki kulak, platonik bir duyguyla bağlandığımız karşılıksız bir aşk, ruhumuzu kirleten kötü “dost!”
Diyelim ki; son ışık zerresini gönderdiği sırada güneşin altındaydık; benzersiz bir fotoğraf enstantanesi yakalama uğraşı veren O’nunla birlikte.
“Belki üstümüzden bir Ay geçer?” diye fısıldadım.
Bir şarkıdan alıntı olduğunu anlar anlamaz, gülümsedi; o sırada makinasının bağlı olduğu üçayağı en uygun pozisyona getirmeye, diğer taraftan da boynuna asılı analog fotoğraf makinasında biten filmi yenisiyle değiştirmeye çalışıyordu. Sırtımı taş bir bloğa yaslamış, onu izliyordum; yalnız değildik, insanlar vardı. Tutulmaya bir kaç saniye kalmıştı.
O an her şeyi bir parmak oynatışıyla durdurdu sanki.
“Sence bu nasıl bir aşk ilişkisi?” dudaklarından bu kelimelerin dökülüşünü ‘sadece’ görebildim. Zamanı durdurduğu için, nasıl bir cümle olduğunu önce algılayamadım; sonra gökyüzünün üzerimize bıraktığı karanlığın içinden bakışlarını ayırdım; soruyordu. Anlamadığımı fark etti. Zamana küçük bir hareket verdi.
“Güneş, Ay... ve Dünya?”
O sırada büyük bir gürültü koptu. Güneş yusyuvarlak bir karanlığın arkasında kalmış, etrafa bir serinlik yayılmıştı.
“Ayın karanlık yüzünde sence ne var?” Zaman akıp gitmeye devam ediyordu. Bir kere daha akışı durdurmasını geçirdim içimden. “Bunu sonsuza kadar hiç bilemeyeceğiz, oysa şu an her ikisi de orada bir şeyler paylaşıyor, yaşıyor.” Her iki makinanın da denklanşörüne sayısız defalar bastı. Bir ara gözyaşı döktüğünü fark ettim; sormadım; çünkü artık onunla değildim, kendi kendime, az önce etmiş olduğu lafların etkisiyle, bu muhteşem doğa olayına hiç olmadığı anlamlar yükleme telaşındaydım.
“Yani?” diyebildim.
İkinci el hareketiyle denklanşöre basarak zamanı bir kere daha durdurdu. Tam karşıma geçmiş; gözlerimin gerisinde ne olduğunu merak eden bakışlarını taşıyan başıyla, Ay’ın şimdi bize dönük karanlık yüzü ve tamamen bu karanlığın arkasında tutulmuş kalmış Güneş aynı eksende, bir doğru üzerinde buluşmuşlardı. Dizime yaslanarak, bana doğru eğilirken zamanın akışına bir kere daha yol vermiş oldu. Fotoğrafımız çekilmişti.
“Sessizliğinin içinde huzurlu bir dünya olduğunu fark ettim.” dedi. Sonra tekrar işine geri döndü. “Yüzlerce yıl boyunca, sessizliğin ne olduğunu bilmeden yaşadım, biliyor muydun?” diye devam etti.
Karanlığın devam ettiği süre boyunca gökyüzünde hiç kanat çırpan bir kuş görmedik. O an ilk aklıma gelenin bu oluşuna şaşırıyordum ki...
“Hiç sormuyorsun?” dedi, bu kez.

Yakınımızda bir yerlerden gitar sesi geliyordu. O an etraftaki bütün gürültü kesiliverdi. Sonra, düz ve uzun saçlarıyla çıplak göğüslerini gizleyen bir kadının ayrık duran bacaklarının arasına sıkıştırırarak çaldığı çellonun sesi yaylana yaylana geldi kulaklarımıza. Gitarın üç teline dokunan parmaklar bir an hareketsizleştiğinde, o çok zarif çırılçıplak kadının elindeki yay ruhumuzun derinliklerine doğru ilerleyip, geri çekiliyordu.
Bir şarkı duyuldu...
Ve eğer bulut yarılırsa, gök gürlerse kulağında
Bağırırsın ve sanki kimse duymaz seni
Ve eğer içinde yer aldığın orkestra farklı ezgiler çalmaya başlarsa
Göreceğim seni
“ayın karanlık yüzünde”
“Aşk, bir damla mürekkebin, bir bardak suya düşüp onun içinde dalgalana dalgana karışması gibi ruhumuza giriyor; ve onun yayılmasına asla engel olamıyoruz. Bir süre sonra hangisi su hangisi mürekkep ayırt edilemez hale geliyor.”
“Aşk, bir damla mürekkebin, bir bardak suya düşüp onun içinde dalgalana dalgana karışması gibi ruhumuza giriyor; ve onun yayılmasına asla engel olamıyoruz. Bir süre sonra hangisi su hangisi mürekkep ayırt edilemez hale geliyor.”

Artık karanlık yüzü bize dönmüş Ay’ın çevresindeki Güneş’in bulutsu halesine bakıyorduk, ikimiz de. Yüzlerce fotoğraf karesi çekilmişti. İki sevdalı gök cisminin aşk ritüeline şahittik.
“Bir süre önce çok yakın bir arkadaşım ruhunu kuşatan bu duygu yoğunluğu içinde, gitmeden az önce itirafta bulunmuştu, bana;
“... şu ölümlü dünyadaki tüm umutlarımı yitirip, kalbimi besleyecek hiçbir gıda bulamadığımdan, onu kendi özünden beslemeye kendimi yavaş yavaş alıştırdığım ve onun besinini kendi içimde aradığım döneme geri dönmeliyim.”
Onun sohbetinden çok hoşlanıyordum. Gördüğün gibi sana sadece yazabiliyorum. Bizim aramızdaki mesafe hiç kapanmadı; hep mektup yazılacak yerde kaldın. Aslına bakılırsa her ikimiz de bu durumu kabullendik, değil mi? Oysa onunla geziyoruz, dolaşıyoruz; dediğim gibi “diyelim ki, üstümüzden ay geçtiği gün Side’deydik ve ben seni orada görmüş oldum;” buna rağmen konuşamadık yine.
O ise hiç durmaksızın bir şeyler anlatmayı sürdürüyordu.
“... tecrübe denilen şeyin bedeli o kadar pahalı ki; elimizde bunu ödeyecek yeterli maddi imkan olmadığından, zamanımızla, yaşımızla, gençliğimizle mahsub ediyoruz; sonra zaman geliyor bu, ödediğimiz pahaya değmeyecek bir şeye dönüşüyor. ‘Yaşanamamış’ sayısız hatıra ile başbaşa kalmış oluyorsun.”
“Neden bunlardan söz ediyorsun?” diye baktığımı sanmış olacak, bir an rahatsızlık duydu. Şimdi şu satırları yazarken, senin de aynı şeyler hissedip hissetmediğini soruyorum kendime.
Ay yolculuğuna devam ediyordu; Side’de sanki yeni bir gün doğumu yaşanıyordu. Kutsal kitaplardaki kıyamet öncesi alametlerinden “Güneş sönecek!” kehanetinin küçük bir simülasyonunu yaşamıştık. Yüreğimizi hem coşku hem de biraz korku sarmıştı. Bu da Tanrısal bir mirastı; hiç bir duygu tek başına var olamıyordu.
Şarkı, Pink Floyd’un Dark Side Of The Moon Albümünden
(http://www.okeania.net/)
Bir arkadaşın sözleri Jean Jacques Rousseau’dan alıntılanmıştır.
Fotoğraflar:
http://www.agaclar.net/
http://www.careymorephotography.com/
http://www.fotografim.com/
http://www.deviantart.com/
Uzay Gökerman
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home