Salı, Nisan 10, 2007

Ada Vapuru’nun içinde...




İstanbul’un önce suları kirletildi; “Bir zamanlar Caddebostan Plajında denize girerdik, Kartal’da Halk Plajı vardı; en güzeli de Maltepe Süreyya Paşa Plajı’ydı” diye geçmişe dalıp kaybolacağımız ve bir daha geri gelmeyecek zamanları anlatan sohbetlere konu olan o günleri hatırlayıp hatırlamadığını, dahası bundan yirmi sene öncesinde İstanbul’da olup olmadığını da bilmiyorum...

Dün Boğaz’dan Adalar’a giden bir vapurun içindeydik, “Gamzeda” ile. Artık onun ismini de yazmak istiyorum. Henüz kendi kendine bir şeyler sorma, sadece oku, olur mu?

Bana fotoğraf makinası aldırmaya çalışıyor, oysa ben onun gördüğü şeyleri izlemeyi seviyorum.

“Ben, oradaydım... Nivea el kremi yanığı vücutlarımızla evimize döner, o gece acımızdan uyuyamazdık. Üç gün sonra da derimizi büyük bir keyifle soyardık.” dedi, Bostancı’dan kalkmış vapurumuz tam da eski Süreyya Paşa’nın önünden geçerken.

Sonra, sen de biliyorsun kentin silueti değiştirildi. Çatısına çıkıp bir sıçrayışta denize ulaşılabilecek kadar yakına gelen yüksek binalarla doldu, Boğaz’ın yemyeşil yamaçları. Bir köprü yetmezmiş gibi, ikincisi yerleştirildi Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı’nın hemen yanı başına; şimdi üçüncüsüne, dördüncüsüne yer aranıyor; Üsküdar ile Sarayburnu arasına girmiş bir köstebek mi su samuru mu bilinmez, harıl harıl çalışıyor.

“Bizim evimiz, Bedri Rahmi Eyüboğlu Sokağı’nın bir üstündeydi. Her haziran ‘Yazma Şenliği’ düzenlenir ressamın evinde. Bir sene babam da çalışmıştı, atölyesinde. O eve adım attığımda insanın yaşadığı yerle birlikte varolduğunun ilk kez ayırdına varmıştım. Fotoğraf tutkusunun bir od gibi içime düştüğü günler olmalı.”

Tasarımcısının renk tonunu şaraptan aldığı koyu bordo uzun eteğinin üzerine sakız beyazı bol bluz giymişti. Çıplak ayaklarını saran bez ayakkabıları da bluz ile tayfın aynı uzantılarından beslenmişti. Tam o sırada aklıma gelen üç mısra ağzımdan dökülüverdi.

“... şu Kız Kulesi’nin aklı olsa
Galata Kulesi’ne varır
Bir sürü çocukları olur...”


“Varacak varmasına da bırakmıyorlar ki, Bedri Rahmi usta, bırakmıyorlar...”

Şaşkınlıkla Gamzeda’ya baktım. Son defa Side’de üstümüzden Ay geçerken gördüğüm; yağmur dolu bulutlar geçen gözlerini daha belirgin hale getiren kirpiklerinin üzerinde, damlalar belirmişti. İşaret parmağını usulca dokundurup, kirpikleriyle aynı yönde yukarı doğru hareket ettirerek, hafif ton farkı vermiş rimelini dağıtmadan asılı kalmış gözyaşını çekip almayı başardı. O damlanın bir martının kanadından kopan tüyün üzerine düştüğünü gördüm.

“Ona “tepe”den bakılmaz diyor Yahya Kemal, altını çizerek;”

“Sana dün ‘bir’ tepeden baktım Aziz İstanbul...”





İstanbul’un içinde olmak, onunla birlikte soluk alıp vermek, bir martı gibi havada süzülüp, Kız Kulesi’nin etrafında dolaşıp, kanadını denize değdirip, maviliğe bir çizgi atmak; Kadıköy’den kalkıp, Haydarpaşa’ya uğrayıp, Toprak Mahsülleri Ofisi ile mendireğin arasından geçerken bir de türkü tutturmak, eski Haydarpaşa Lisesi günlüğünden suya bir yaprak düşürmek, lodoslu günde mendireğin korumasından kurtulduğu an bir çıkıp, bir batmak; yandan geçen diğer “beyaz periye” dokunmaya çalışmak, Kuledibi insanlarının şehri hissetmediği yeni bir günde “farkında” uyanmak; Sirkeci’ye yanaşmak, diğerinin kalkması beklemek, sıra sıra dizilmiş balık tutanları izlemek; “balık ekmek beş yüz!” olduğu günleri bilmek, güneş batarken Köprüaltı’nda hemen yanında yapılan yeni köprünün ayaklarını çakan şahmerdanın sesi ile birlikte Attila İlhan’nın Emperyal Oteli şiiri okuyan arkadaşın elinde bira bardağı olmak, “Eminönü’ndeki son sefer bitti, artık Karaköy’den geçeriz” diyerek akşamdan bir saat daha koparmak... herbiri hafızamıza bir fotoğraf karesi olarak sabitlenmiş hayattır İstanbul’da “vapurlarla, beyaz perilerle” birlikte yaşamak!

Gamzeda peşimiz sıra gelen martılara simit atıyordu. Onun içimde uzun zamandır özenle açmış olduğum bir boşluğa yerleşmeye başladığını ve ağır ağır yayıldığını hissediyorum. İnsan bir başkasının varlığından dolayı eğer huzur duyuyorsa, onu yavaş yavaş da özümsüyor, “havasını” soluyor demektir.

“İstanbul biraz Kız Kulesi, Galata Kulesi, Sarayburnu, Topkapı Sarayı ise, biraz da hiç durmaksızın hareket halinde, bir dokuma tezgahının alışkanlığında gidip gelen vapurlarının içimize bıraktığı huzur demektir. O vapurlar bize ait hikayeleri taşıyan arşivlerdir. Moda, Paşabahçe, Kalamış, Kızıltoprak, Fenerbahçe, Caddebostan, Büyükada İstanbul’a ait birer semt adları değildir yalnızca...”

Neden bu kadar duygusal yaklaşım gösterdiğimi anlamayabilirsin. Abarttığımı bile düşünebilirsin. Ama şunu bil ki, ikinci sınıf ayrımının olduğu zamanlardaki vapurların bacalarının şekli değiştiği an neler hissettiysem; bugün vapur duvarlarına asılmış, “vapurunu seç” diyen ilanlardaki yeni ve modern dizaynlarına baktığımda çok daha büyük bir karşı durma isteği ile doluyorum. İstanbul’da daha çok yaşamış olsaydın, ne demek istediğimi bilirdin.

Elindeki simitleri tüketen Gamzeda yanıma geldi. Usulca eteğini düzelterek oturdu. Gözlerinin içinden yansıyan sevinci gördüğümde; yüreğimin coştuğunu hissettim. Başını geriye yaslayarak etrafı dinledi bir süre, gözleri kapalı.

İlandaki sekiz adet vapur dizaynına baktıktan sonra sessizliği bozdu.

“... çocuktuk, on yaşında var mıydık, belki? Ben onun hayatının içine o da benimkine doğmuştuk. Yıllarca yüreğimin tamamında taşıdığım aşk duygusunun tohumu o zaman, onun tarafından atılmıştı. Ne olduğunu çok sonraları anladım, daha doğrusu keşfettim. Tertemiz bir sevgi öyküsüydü, cinselliğin varolmadığı; bilmiyorduk, tanımıyorduk ki; hiç öyle birbirimize sarıldığımızı anımsamıyorum bile, düşünsene! Mutluyduk. Ne güzel! Anne ve babalarımızın arkadaş olmasına nasıl dua ediyorduk? Vardı ve hiçbir zaman yok olmayacağını düşünüyordum. Sonra bir gün başka bir ülkeye gideceklerini öğrendim. O sevgi ve huzur dolu yüreğime sanki küçük bir çuvaldız batmıştı, açılan delikten dışarı bir şeylerin boşaldığını, yerine de hüzün dolduğunu hissettim. Geri döndüğünde hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ben değişmiştim, o daha başka bir kişi olmuştu, yabancılaşmıştık. Bir gün pencerenin perdelerini açmış, sanki başka bir şehirde dünyaya gelmiş gibi hissetmiştim.”

İçine doğduğum andan beri bu şehir bana o kadar yabancılaştı ki, Gamzeda’nın anlatmış olduğu şey, İstanbul’la benim aramdaki ilişkiye dönüşüverdi. Geçen ay, laler açtığı zaman elimden tutup oradan oraya dolaştırdı; o fotoğraf çekti, ben de onu izledim. İstanbul’da çiçekler açtığında çocuklar gibi neşeleniyorum. Tantanası çok oldu bu lalelerin. Ben çok sevdim, Gamzeda başka birine dönüştü; Adalar’a; Büyükada’ya gitmeye o gün karar verdik.

Büyükada’da yürümek yalnızlığın içinde sessizce yapılan bir hac yolculuğudur.

Hatırlıyor musun, Gamzeda’dan “yalnızlığın fotoğrafını keşfeden kız” diye söz etmiştim? Önceleri “kalabalığın” fotoğraflarını çekermiş. İnsanlar onu çekermiş. Saatlerce yürümekten hoşlanır, insanların hareketlerini donduracağı kareleri arayıp dururmuş.

“Türkiye kırsalından koparılan insanlar Haydarpaşa Garı merdivenlerinden aşağı inerken şaşkınlıkla baktıkları Sarayburnu’na ulaşmak için bir büyünün etkisindeymişcesine sırtlarına yüklendikleri yataklarının farkında olmadan binerlerdi Kadıköy–Eminönü vapuruna. Erkeklerinde en az bir haftalık sakal, dudağının kenarına iliştirilmiş filtresiz bir cigara, başında yöresine uygun bir kasket; kadınları daha ürkek hatta korkulu, şehrin hiç tanımadığı rengarenk çiçekli basma etekleriyle, ve o eteği çekiştiren veya eline yapışıp, daha fazla yürümek istemediğini ters tarafta gördüğü baloncuya doğru gitmeye çalışarak gösteren; ya da kucağında yalancı memesi ağzından düştüğü, altını pislettiği, acıktığı için hiç durmaksızın ağlayan; belki her üçü birden, çocuklarıyla öndeki “adamını” takip ederken, diğer taraftan da yanlarından hiç eksik olmayan bir aile büyüğüne göz kulak olma telaşı ile tüm yorgunluğunun üzerine katmerlendiği kadınların peşinde dolaşırdım. Sokakta oynayan çocukların saflıklarına ait fotoğraflarını çekmek için yürürdüm. Onlar benim hac yolumdu. Sonra...”

Daha sonra yazacağım, merak etme.

O gün Ada’da yorulana kadar dolaştık. Aya Yorgi’ye tırmandık. Küçük bir kızı elindeki mumu yakarken gördük. Sonra makinasını bana bıraktı.

Uzay Gökerman

Yazının İndigo Dergisi'ndeki Orjinali

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home