Perşembe, Aralık 28, 2006

Sana verdiği "tek şey" her an gidecekmiş hissidir.


Uzay Gökerman - 1998 Yılbaşı
Akşamın karmaşasının içinde, kalabalık bir dünyada, kendine bir hareket alanı ararken gökyüzünü yusyuvarlak kavuniçi bir renk kaplıyordu. Günlerden beri kendini tamamlamaya çalışan ay, son halini almış ve bütün haşmetiyle az önce güneşin terk ettiği göğün tam aksi istikametinde yükseliyordu. Üzerinde bulut çizgileri, krater görüntüleri ile birleşiyordu. Fakat asıl önemli olan, üzerindeki desenler veya onu kaplayan bulut görüntüsü değildi; varlığıydı, rengiydi, sessizliğiydi. Onun yükselmesi ile oluşan bedenlerin içindeki suyun yer değiştirmesi idi. Onun büyüsüne kapılmış doğa, çekim kuvveti ile ona kavuşmak için atılıyordu. Bu karmaşada insanlar doğan güzelliğe bakarken İstanbul’un kalabalığının, bunaltıcılığının, kirli egzos havasını solumanın, kaybedilmiş bir aşkın, terk ettiğimiz bir sevgilinin, az önce telefonda tartıştığımız işin, yaşadığımız sonbaharın, gelecek olan kışın, soğuğun, yarının ne önemi olabilir ki? Doyasıya daldığımız yalnızlığın içinde, gecenin dönüşen yüzünün bize hatırlattıklarının ve yazdırdıklarının dışında şu an neyi düşünmek gelirdi ki içimizden?

İstanbul’da yaşanamayan bir aşktı belki, bugün dalıp gittiğimiz, dokunduğumuz fakat sevgisini hissedemediğimiz.
Yıllar öncesinde başlayan hikayenin yalnızlığıydı içimizdeki hüzün. Onun varlığı değil miydi, gökyüzünü bu denli gizemli kılan? Yıllar öncesinde, yine buna benzer bir günde, farklı bir iklim veya mevsim olsa da ve yine aynı görüntünün altında ilk busenin tadında yaşanmaya başlamıştı her şey belki de. Evet yaşanılan onun bıraktığı yerdeki yalnızlıktı. Bütün yaşanılanlar aynı karanlıkta, aynı günlerde, aynı terk edilmelerle bitmişti. Bu kadar kolay da söylenebiliyordu. Çünkü bitmişti. Çünkü gecede hep yalnızlık vardı, ona eşlik eden tek şey, ötekinin hayaliydi. Bütün dillerde kucaklaşmanın, aşkın, sıcaklığın besini olan iki kelimenin bir türlü yan yana gelememesiydi, yaşanılan şeylerin içindeki o büyük eksiklik.

Dokunsak kaçacaktı. Dokunmadık kaçtı. Sevgilim desek kızacaktı, demedik kızmasını bile göremedik. Kolundan tutup gel işte bu tepemizdeki mehtabın altında evlenelim desek gülecekti, gülmedi; çünkü o yoktu. Gittiği yerde bir iz bıraksa onu takip edebilirdik. Oysa gittiği zamanların içinde hep onun görüntüsüne tutunmaya çalıştık. Dalgalar kabardı, biz bir mendirekte denizin kıvrımlarını onun dökülen saçlarına benzetirken, soğuğu hissetmiyor, içimizdeki korkunun verdiği sıcaklığa yaslanıyorduk. Kimseler olmasın istiyorduk yanımızda. Çünkü anlamayacak, bu görüntünün tadını bozacak, bütün büyüyü ortadan kaldıracaktı. Kimse de olmadı yanımızda. Bir sigarayı özlediğimiz, bir kağıdın ve kalemin düşünü kurduğumuz anda, dalgalar ıslatıyordu yüzümüzü. Bulutlara dalmayı seviyorduk. Çünkü sevgiliye aitti. Onun görüntülerine dönüşüyordu. Bütün bulutlar rüzgarın etkisi ile devamlı şekilleniyor, istediğimiz hayallerimizi yaşatıyordu.

Ne yaparsak yapalım yoktu o!
Bir gece vakti, yılbaşı telaşında, İstanbul’un en eski tramvayının dalgalı yolunda, kabanımızın içine gömülmüş, atkımızı boynumuza doladığımız soğuğun içinde yürürken de yoktu. Öylesine bir gidiş ki, karşı yönlerden gelen iki treninin uzaklaşması gibiydi.
Yolun üzerinde güne hazırlıklar vardı. Gecenin köründe onunla karşılaştığımız yıl, aynı şekilde geride kalacaktı. Ona ait her şeyin geride kalması gibi. Hareketler, ışıltılar, gülücükler, Noel babalar, kestaneciler, milli piyango biletçileri... hepsinin yüzünde aynı ifade vardı. Nasıl oluyordu da herkes aynı şeyi düşünebiliyor ve aynı bakışı fırlatabiliyordu insanın yüzüne?
"Siz ne biliyorsunuz, yaşadığım şeylerden hiç haberiniz oldu mu, o mehtabın altında bulduğum ve aynı mehtabın altında kaybettiğim sevgiliyi hiç gördünüz mü?" demenin ne yararı olabilirdi?
Her şey yaşanılan günde saklı; siz nereden bileceksiniz? Bilemezlerdi elbet ama bu onların o bildik bakışını fırlatmasını engellemiyordu. Tramvay geliyordu, peşi sıra yaşlarının toplamı bile bir olgun insanın yaşının toplamına ulaşmayacak beş altısı, o incecik elbiselerinin içinde tutunmaya çalışıyorlar, küçük vagona. Gece, evin yolunu hatırlatıyor. Soğuk şiddetleniyor, bir kar yağsa diye içinden geçirtiyordu.

Evde şiirler vardı. Dize dize değil, satır satır yazılmış, içinde yalnızlığın yoğuncaları olan kelimeler. Evet! Biz aşıktık, terk edilendik, bazen terk eden, kaçan! Hep terk edilişimizin şiirini yazardık. Hasretin. Aşkımızın karşılığını bulamadığımız günlerin geceleri bitmezdi sayfalarda yazılanlar. Kış biter, bahar gelir; o gecelerde yaşanan yalnızlık, kelimelerin gücü olurdu. Her cümlenin içinde gizli sözcükler olurdu. “Neredesin? Yoksun!” en çok gizlenen kelimelerdi.
Yazdıklarımızın anlamını bir biz bilirdik, bir de onu hiç okumamış sevgili.
Bir görüşte tanımak misali bilirdi, yazılanlardakinin kendisi olduğunu. Ama cevap vermezdi. Umursamazdı. Yaşadığı gecelerdeki mehtabın şiirini o tanırdı. Not defterine senden bir alıntı yaparken hissettiği şey, sana duyduğu aşk değil, senin romantizminin büyüsü olurdu her zaman. Sana ulaşamayacağın bir mesafede durup daha neler yazabileceğinin merakı mıdır bilinmez; ama senin onu bulacağın yerde de olurdu hep.
Sana verdiği "tek şey" her an gidecekmiş hissidir.

Yılların içine kaybolup giden sevginin küllenen alevi, yazabileceğin bir kelime bırakmadan tüketirken seni, yaşayabileceğin bütün aşkların içinde eksik kalacak bir yanı olur. Bütün mevsimler birbirine dönüşürken arada sırada hatırlanan şeylerdir bunlar. Mehtaplı bir akşamda saklı kalır. Kalabalığın ortasında çıkıp düşer yüreğine.

Bütün sevgilerdeki giz, yaşanamayan anlardaki duyguların karşılıksız yoğunluğunda saklıdır.

Bizler bir aşkı terk ederken ötekinde yalnız kalacağımızı bilmeden atlarız. Bu nedenle mutlu aşk yoktur. Ya da mutlu gözüken sevgilerde herhangi bir giz yoktur. Sonuna kadar yaşanan sevgilerde gülücüğün ısıttığı anı yaşayamayız. Kahredici olan da bu olsa gerek.”

2 Comments:

Anonymous Adsız said...

Ne kadar güzel bir yazı...kendime çok yakın buldum kelimelerinin dizilişindeki ruhu...eskiden yazdığım kısa öyküler tadında...

Sevgiyle...

28 Aralık, 2006 16:19  
Blogger Antika said...

Çok teşekkürler Fulya...

Sevgiler...

28 Aralık, 2006 16:24  

Yorum Gönder

<< Home