Salı, Kasım 14, 2006

Kasım'da Aşk Başkadır; "Aşka göçebedir sonbahar!"

Aşka göçebedir sonbahar!


21 Kasım 2005 Pazartesi

Her mevsim değişiminde yaşadığım yoğunluğun içinden yazıyorum. Biliyorum, bu anlamda yalnız değilim. Hatta hissettiğim şeyin bu kadar kuvvetli oluşu, öncelikle seninle, sonra da diğerleriyle kurmuş olduğum bir ortaklık. Nedense hep bu mevsimde, sokaklarda tek başıma yürürken rastlamak istiyorum sana. İçimdeki yoğunluğun seni çekmesini, belki senin de yaşadığın şeyden faydalanarak, son bir kere görebilmeyi.

Sonbahar, hüzünle sararıp dalından kopmuş bir yapraktır.

Önceki gün bir görüntüye rastladım, rüzgarla birlikte savrulan sararmış meşe yaprakları yağmurun etkisiyle yere yapışmış, muhteşem bir resim çizmişti, Koşuyolu’da. Bizi duygusal olarak etkileyen film sahnelerinde görmeye alışık olduğumuz bu büyüleyici görüntüyle karşılaştığım anda, bir araca binme telaşı yaşıyordum. Görüntüler insan hayatına hiç beklemediği zamanlarda, bir anda giriyor. Hazırlığımız yokken, muhtemelen bir başka yere yetişme telaşındayken. Şu an sana bu satırları yazarken, ne kadar çok şey ertelemiş olduğumu hatırlıyorum.

Sonbahar bu değil mi zaten; sürüsüne yeni katılan; gittiği yerden habersiz, göçe geç kalmış bir kırlangıç yavrusu ile yuvasını kapatmaya çalışan karıncanın telaşı...

Biraz Eylül, çokça Ekim, fazlasıyla da Kasımdır...

Güneşi özlemektir. Başka şeyleri de...

Güneşten kopan ışığın daha çok kırılıp, gökyüzünü önce kızıla, sonra da puslu bir griye boyadığı günlerdir. En çok da sararmış yaprak sarısıdır. Sisli bir güne merhabadır.

Sana anlatmış mıydım, hatırlamıyorum. Sisin aniden bastırdığı bir Kasım gününde Boğaz’da kaybolmuştum, bir tekne dolusu insanla birlikte. Radarı olmayan bir motorla açılmıştık, Beşiktaş’tan Üsküdar’a doğru. Derin bir görünmezliğin içinde yol almış ama varmak istediğimiz yere bir türlü ulaşamamıştık. Sanki kara hiçbir zaman var olmamış, bizler de sonsuz kadar bu sisin içinde yaşamaya mahkumduk. Korku içindeydik. O gün; içimde yaşattığım şey heyecandı; biliyordum sanki sonun böyle olmayacağını. Olmadı da... Bizden çok daha donanımlı bir motor sayesinde karaya çıkarıldık. Yıllar sonra karşılaştığım tüm korku dolu anlarımda, çaresizliklerimde, tükenmişliklerimde; bu kayboluşu hatırlamaya çalıştım. Gideceğimiz yere varacağımıza dair umudu.

Sonbahar, yeniden gelecek İlkbaharın farkına varmaktır.

... ve altın sarısına boyanan Üsküdardır.

İğne yapraklarını hiç dökmeyen çamın kozalağını açıp; fıstığın düştüğü yerde yeniden doğmayı beklemesidir.
Aniden bastıran ve hiç durmayan, ertesi gün, sonraki gün ve bugün de yağan yağmurdur; yarını beklemektir.

Biraz Roş Aşana, biraz Diwali, biraz Ramazan, Şeb-i Aruz ve Noeldir.

Bana, “her gün kutsaldır” dediğini duyar gibiyim. Haklısın. Ama fazlasıyla da unutmadık mı, her günü kutsal bir kutlama ile geçiriyor olmayı? Hep söylenir; Nepal’de her gün bir festival, önemli bir yıl dönümü olurmuş. İnsanlar sanki işleri güçleri yokmuş gibi, sürekli bir bayram havasında yaşarlamış. Para kazanma, kâr etme derdinin olmadığı, yaşam mücadelesi vermeyeceğimiz bir dünya hayalinin içinde böylesi bir coşkuyu hayal edebiliyor musun?

Dün tekrar izlediğim (ve izlemekten hiç bıkmayacağım) bir filmin etkisinde kalarak yazıyorum şu an, belki de. Son Samuray! Savaşçıların dünyasının içinde nasıl anlaşılabilir bir güzellik bulabiliyorum? Hayat bir mücadele, çoğu zaman kansız ama zaman zaman da kanlı bir savaştır. Savaşı bir tarafa koyalım şimdi. Geleneksel olanla, modern dünyanın dayatmaları arasına sıkışmış bir imparatorluğun içinde, çağın her türlü donanımından uzak yaşamayı seçen, samurayların isyanını izliyoruz filmde. Kendi kapalı dünyalarının içinde nasıl bir kutsallık, ruhsallık ve hepsine eşlik eden sadelik yaşadıklarını izliyoruz; ya da benim gibiler her anı tekrar tekrar yaşıyor, orada olmak, filmin bir karesinin içine kendisini atıvermek için umutla ekrana gömülüveriyor.

Suskunluğunun arkasında bana söylemek istediğini biliyorum. Beni hep bıraktığın yerde tutuyorsun; biraz aşık, çokça romantik, fazlasıyla da hayalci. Bu nedenle benden uzak durduğunu bilmiyor muyum sanıyorsun?

Sonbahar bundan daha az şey mi sanki?

Biraz ben, çokça sen; fazlasıyla da yalnızlık, işte!

Biraz arkadaşlar, çokça tanınmayanlar; ve fazlasıyla da yabancı düşmek, anlaşılamamak, anlatamamak, daha fazlasını söylemek için zaman bulamamak. İçe kapanmak; üstelik kendine de...

Biraz neşe, çokça tebessüm, fazlasıyla da hüzünlenmektir. Gözyaşının yağmura karıştığı yerdeki bilinmezliktir.

Aşka göçebedir sonbahar!

Şömineye düşen bir od olur. Yürekler tutuşur, beden ısınır; yağmurun ıslattığı odunlardan çıkan çıtırtılı alevin içinde ışık olur. Sen olursun; ben bu imgeye tutanarak yaşadım, bunu bilmedin.

Biraz İstanbul, çokça İmroz, fazlasıyla da Büyükada’da kalmaktır. Adaların kıtalardan uzak düştüğü yerin hemen başıdır, sonbahar.

Bak şimdi kar düşüyor İstanbul’a. “Bu sene ayva çok,” diyorlar, sonra da hemen ekliyorlar, “kış çetin geçecek!” Öyle mi? Sonbahar bitiyor mu? Gidiyor mu? Yine yaşayamadık mı, sararmış günleri. Doyasıya dolduramadık mı?

Yoksa içimizde ona uygun bir boşluk bulamadık mı?

Sahi, hayatımızı dolduran şeylerin ne kadarı bize ait? Yoksa zamanımızı rehin mi aldılar? Hiç haber vermeden onu kullanımımıza mı kapattılar?

Sen yaşayabildin mi sonbaharı?

Uzay Gökerman

Yazının Orijinalini okumak için...


"Kasım'da Aşk Başkadır" Filminden...

YouTube'dan kaynaklanan bir sorun yüzünden bir süre ulaşılamayabilir!
Tekrar deneyin!





0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home